Servet-i Fünun dergisinin yazarı olan Ahmed İhsan; 1896 yılında, Osmanlı Demir Yol Hattında Haydarpaşa’dan Konya’ya Bir Cevelan başlıklı yazısında, Alem Matbaası ortaklarından olan Asım ile birlikte Akşehir’e de geldiğine yer vermişti. Akşehir ile ilgili bilgilerin bulunduğu yazıda, Ahmed İhsan ve arkadaşı Asım’ın Akşehir’e ilk geldikleri günlerde yazdıklarını, bir önceki köşemde sizlerle buluşturmuştum. Ahmed İhsan dergiye gönderdiği Akşehir ile ilgili yazısına şu şekilde devam etmiştir:

“… Girdiğimiz mahalle Hıristiyan Mahallesi idi. Asım’la durduk. Zira aralıksız yürüdüğümüz halde bakması güzel bir noktaya varamamıştık. Bizim bu halimizi gören ak sakallı bir zat penceresinden başını çıkardı. “Cenabınız Akşehir’i seyredecek bir yer mi arıyorsunuz?” diye sordu. Biz de, “Evet, şehri uzaktan seyredecek bir yere varmak istiyoruz” dedik. Ak sakallı; “Anladım. Şehri tasvir yapacaksınız, şuradan gidince varırsınız. Ama durun ben aşağı ineyim de sizi oraya kadar götüreyim” dedi. Biz de bu nazikane teklifte bulunan zatın rahip olduğunu kapıdan çıkınca anladık. Nezaketle önümüze düştü. Ne kadar arasak bulamayacağımız dar bir geçitten bizi bir tepeye çıkardı ki, oradan Akşehir’i, önündeki ovayı ve uzaktaki Akşehir Gölü’nü seyretmeye kabil idi. Seyre daldım. Bir yandan da fotoğraf makinesi hazırlıyordum. Asım Bey de bize refakat eden ihtiyar papaz efendiden şehir hakkında malumat almak istiyordu. Rahip efendinin yaşı 60’a yakın oluğu halde Akşehir’den başka bir yere gitmemiş olduğundan Anadolu halkına mahsus misafirperverlik hayatından başka vukuf ve malumandan bir idi. Bu aralık yanımızda bir de delikanlı peyda oldu. “Çocuğum adın nedir?” diye sordum, çocuk “Mustafa” dedi. Mustafa’ya “Peşimiz sıra neden geldin?” diye sordum. Çocuk “Hiç” diye cevap verdi. Çocuğa, “Haydi öyleyse bize şuradan bir su bul getir” dedim. Mustafa koşarak gitti. Bu karyede bulunan bir membadan gayet soğuk bir su getirdi. Suyu içtik. Ardından Mustafa’yı söyletmeye başladık. Bahçesinden, yetiştirdiği meyvelerden, kendisinden bize bilgi verdi. Çocuk gayet zekiydi. Mustafa’ya bir soru daha sordum; “Evli misin?” Mustafa, “Yok, askere gideyim geleyim de ondan sonra” dedi. Çocuk bu cevabı verdiği vakit gözlerinde askerlik hizmetinin şanı ve iftiharı belirdi.

Artık handaki hiddetimiz geçmişti. Mustafa’dan yol sorduk. Boğazın daha ilerisini görebilmek için papaz efendiden ayrıldık. Asım Bey, papaz efendiden ve Mustafa’dan aldığı haberle bir subaşı göreceğiz diye gidiyordu. Yarım saatten fazla yürüdük. Metholunan subaşını göremedik. Gelene geçene sorduk, geldiğiniz tarafta dediler. Fakat bu subaşını arayışımız da bir tuhaf idi. Asım Bey kasabadan köylerine dönen köylülere hitaben; “Arkadaş şurada bir subaşı varmış, suya el sokarsak insan donarmış, biliyor musun nerede?” diye soruyor, her birinden farklı bir cevap alıyorduk. Elimizi donduracak suyu bulmadan kati ümit ederek döndük. O su, uygunsuz bir kaynaktan geliyormuş.

Tekrar eşyamızın olduğu yere yaklaşıyorduk. Tam bu esnada; “Canım sizi arıyorum neredesiniz?” nidası kulağımıza geldi. Bey biraderimiz bir dükkanın kapısı önündeydi. Katarın gecikmesinden ötürü bir saat sonra Akşehir’e gelebilmiş. Bizi hana sorduktan sonra, ben ve Asım’ı aramaya başlamış. Dedi ki; “Telgrafı okuduktan sonra gezmeye çıkmak olur mu? Size Yalvaç’tan çektiğim telgrafı, istasyonda vereceklerdi.” Halbuki biz böyle bir telgraf almamıştık. Vehbi bey biraderimiz ise, kendisini göremeyince inmezler düşüncesi ile bize telgraf çekmiş.”