Çocukluğumuzun masum görünen çizgi filmlerinde bile gizli mesajlar saklıydı. Kahraman hep ince, güzel ve zarifti. Kötü karakterlerse çoğunlukla şişman, hantal ve itici… Bize sanki şöyle deniyordu: “Güzellik incelikle başlar, fazlalık kötülüğün işaretidir.”

O küçük yaşlarda fark etmedik belki, ama zihinlerimize işlenen bu imgeler büyüdükçe karşımıza çıktı. Aynanın önünde, kendi bedenimize bakarken, o eski sahneler fısıldadı:

“Yeterince ince misin? Yeterince güzelsin? Değerli misin?”

Toplum, yıllardır bize tek bir güzellik formülü sundu. Reklamlar, sosyal medya ve hatta masallar… Hepsi aynı melodiyi çaldı. Ve biz, çoğu zaman farkında olmadan o melodinin ritmine uymaya çalıştık. Yemek, doyumdan çıktı; ölçünün, korkunun ve suçluluğun simgesine dönüştü.

Bazen stresten yeriz, fark etmeden… Bir tabakla kendimizi avutmaya çalışırız. Ama bazen de öyle bir noktaya geliriz ki, bir bardak suyu bile düşman belleyecek hale geliriz. Su bile “bana kilo aldırır” diye düşünülür. Ve aslında tam da o noktada, en büyük açlığı bedenimiz değil ruhumuz çeker. Kendimizi aç bırakarak, zayıflık uğruna tükettiğimiz şey yalnızca etimiz, kemiğimiz değildir; ruhumuz da lokma lokma tükenir. Bu algılar yüzünden hem bedenimizi hem de ruhumuzu aynı sofrada harcar, ikisini de açlığa terk ederiz. Üstelik güzellik algısı evrensel bir gerçeklik de değildir; kültürden kültüre değişir. Bazı kabilelerde bir erkeğin ne kadar şişmansa o kadar güçlü, yakışıklı ve değerli kabul edilmesi, bunun en açık örneğidir. Yani toplumun bize çizdiği kalıp, gerçeğin kendisi değil, sadece bir yanılsamadır. Biz bu dayatmalara uydukça kendi varlığımızı yok sayar, özümüzü görmezden geliriz. Oysa unutulmaması gereken tek şey var: Bedenlerimiz şekilden önce bir canın yuvasıdır.

Ölçüler, modalar, trendler gelip geçer; ama sağlıklı bir beden ve huzurlu bir ruh kalıcıdır.

Asıl önemli olan, “ince mi, kalın mı” sorusu değil; “sağlıklı mıyım, kendime iyi bakıyor muyum?” sorusudur. Çünkü güzellik, ne toplumsal kalıplarda ne de çizgi filmlerde saklıdır; gerçek güzellik sağlıklılığın dinginliğinde, insanın kendisiyle barışıklığında gizlidir.