Aşk… Bazen kalbin değil, beynin hazırladığı bir kokteyl gibidir.

Biraz dopamin, biraz serotonin, biraz da oksitosin karıştırır içimize.

Beyin, kendi laboratuvarında en tatlı karışımı yapar; mutluluk, heyecan ve bağlılık.

İlk yudumda insanın başını döndürür, dünyayı renklendirir.

Ama o karışımın içinde sadece kimya yoktur; orada ruh da vardır.

Çünkü aşk, yalnızca sinir uçlarının değil, kalbin derinliklerinin de işidir.

Aşık olmak güzeldir — birinin sesinde güveni, gözlerinde evi bulmak gibidir.

Ama o his seni kendinden koparıyorsa, o zaman aşk olmaktan çıkar.

Çünkü her bağ bir noktada sınır ister.

İki insanın birbirine ip uzatması güzeldir, ama o ipler birbirine karıştığında, artık özgürlük değil esaret başlar.

Gerçek aşk, iki ruhun birbirini boğmadan sarılmasıdır.

Ne fazla tutmak, ne de tamamen bırakmaktır.

Bir çiçeği sulamak gibidir — az olursa solar, fazla olursa kökleri çürür.

Bazen insanlar “ben sen oldum” der, ama o noktada aşkın özü kaybolur.

Oysa aşk “seninle ben oldum” demektir.

Kendini unutmadan sevmek, karşındakini de özgür bırakmak…

İşte o zaman aşk, hem kimyanın hem de ruhun dengesinde yeşerir.

Belki de aşkın en güzel hâli, beynin hazırladığı o kimyasal kokteyli ruhtan bir yudumla tamamlamaktır.

Yani, aşık olmak güzel — ama ipleri düğümlemeden, hem akılda hem ruhta kalabilmekle güzel.