Çoktandır merak ettiğim Çırak adlı öykü kitabını büyük bir keyifle okudum.

Eserin yazarı Hüseyin Yenim’i ta ortaokul yıllarımdan beri tanırım. Bir dönem öndeydi benden. Okul çapında düzenlenen “Savaş…” konulu bir kompozisyon yarışmasında birincilik almış, dikkatleri üzerine çekmişti. Sonraki yıllarda öğretmen okulunda aynı havayı soluduk. Her zaman elinden kitap, dergi düşmezdi. Pek içli dışlı değildik, ancak zaman zaman arkadaşları arasında, özellikle edebiyat- sanat üzerine yaptıkları sohbet ve tartışmalarını izlerdim. Okulu bitirip mesleğe atıldık, yollarımız ayrıldı. Ancak hiç unutmadım Hüseyin Yenim’i. Dilimizi iyi kullanan, düşünceleri doğru, gönlü iyiden, güzelden yana bir ağabeyimiz olarak belleğimde kaldı hep.

Hayat böyle bir şey, karşılaştık yıllar sonra. Dört yıl çalıştığım Çay’ın Eber Köyü’nden İzmir’e tayinimin çıktığı o yıl. 1976 yılının güzünde onun tayini de Eber’ e yapılmıştı. İki hafta kadar bir süre aynı okulda görev yaptık. Birbirimizi, özellikle sanat- edebiyat bağlamında, daha da tanıdık. Ders dışı zamanlarımızdaki, gece oturmalarımızdaki sohbetlerimizin tadını hiç unutmadım. Ve yıllar yıllar sonra da her biri birbirinden değerli öykü ve anılarının yer aldığı Çırak adlı kitabıyla karşılaştım.

Eserde Hüseyin Yenim, yaşamında iz bırakmış olayları gerçeğe uygun olarak öyküleştirmiş. İlkokulu bitirince tenekeci ustasına çırak verilen Salim’in okuma isteği, bahçelerinden topladığı vişneleri satmaya çalışan Osman’ın deri top alma hayalleri, gelinlik çağındaki bir genç kızın evlilikle ilgili arzuları okuru yüreğinden avlıyor. Hele hele, sağlık raporunu kulağı yüzünden alamayan İbrahim’in subay olma hayallerinin tuz buz oluşu; ekmek uğruna köy köy dolaşan kalaycıların zorlu şartları, üstüne üstlük, bir de iftiraya uğrayışları sizin de gözlerinizden iki damla yaşın süzülmesine neden oluyor.

Öykülerde böylesi yürek burkan olayların hemen yanında güzellikler de var. Örneğin onca çaresizlikler içerisinde bile olsa, bir ailenin tüm bireyleri, babanın itfaiyeci kıyafetiyle yıllarca yaşama sevinci duyuyor, hayata karşı umutlu olabiliyor. Akşam sofrasında yenen taze biber kızartması, acılığı genzi yaksa da gün boyu direksiyon sallamanın verdiği yorgunluğu unutturmakla kalmayıp keyiflendiriyor.

Bu öykülerin bir özelliği de Akşehir ve yöresini gözler önüne sermesi. Esnafı, tüccarı, Arasta’sı, pazarı, çarşısı, vişnesi, Öteyüz’ün üzümü, çöven helvası, etli ekmeği, kebabı… Kimi öykülerde Elektrik Santrali’nin kuruluşu; Sultan Dağları’ndaki “Orman Erozyon Çalışmaları” da anlatılıyor ve bu kalıcı işlere önayak olanlar yad ediliyor.

İki anımsı öykü var kitapta: Culla ve Erken Kıydılar Ona… Edebiyat dünyasında doğa-insan ilişkisinin bu kadar çarpıcı, bu kadar yalın anlatıldığı metinlere, az rastlanılır. Okuyunca, okul kitaplarına girecek düzeyde gördüğümüz bu öykülerin kolay kolay etkisinden kurtulamıyorsunuz.

Hüseyin Yenim’in sohbeti, tam da sohbet sözcüğünün karşılığıdır. Oldukça sakin, tatlı tatlı konuşur. Bir masalı dinler gibi olursunuz o konuşurken. Onun bu munis, çelebi hali öykücülüğüne de yansımış. Açık, anlaşılır, arı duru bir dil! Ama yer yer, bir o kadar da derinlikli…

Yaşamı anlamlı kılmanın pek çok yolu vardır elbet. Kitap yazmak bu yollardan biridir. Hüseyin Yenim’in bu çabasını; eşine dostuna, yaşadığı çevresine karşı duyduğu bir gönül borcu, kitabını da onlara sunduğu bir armağan olarak görüyor; değerli hocama sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.