“Kaldığın yerlerin en hoşu kapı eşiği olsun. Hep yol kıyıları olsun barınağın.” Sümerler, beş bin yıl önce birini lanetlemek istediklerinde böyle derlermiş. Ne ağır bir dilek bu… Birinin hiç kimseye, hiçbir yere tutunamadan yaşamasını istemek.

Demek ki binlerce yıl önce bile, insanın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri tutunamamakmış.
Düşünsenize; kapı eşiği. Ne içeriye buyur ediliyorsunuz, ne de dışarıya uğurlanıyorsunuz. Kapının tam ortasında, geçmeyen bir zamanın içinde yalnızca bekliyorsunuz…
Ve yol kıyıları… Yol değil, sadece kenarı. Hareketin dışında, akışın ucunda. Gitsen gidemeyecek, varsan bulunamayacakmışsın gibi.
Bir zamanların bedduası, şimdi bir yaşam biçimine dönüştü.
İnsanlar artık evlerinde misafir, aynalarında yabancı. Kalabalıkların içinde yalnız, evler arasında yurtsuz, ilişkilerde sessiz…
Bugünün en büyük sessiz çığlığı belki de bu: “Tutunamamak.”
Peki insan neye tutunur? Ailesine mi, bir dostuna mı, bir sevgiliye mi, bir şehre mi? Yoksa yalnızca kendisine mi? Ama ya hiçbirine tutunamıyorsa? Ya hepsi gelip geçici, hepsi bir yanılgıysa?

Belki de modern zamanların en derin sancısı, hiçbir şeyin gerçekten bizim olmamasıdır. İnsanları tanıyoruz ama dahil edemiyoruz. Evler yapıyoruz ama kök salamıyoruz. Sözler veriyoruz ama tutamıyoruz. Bu yüzden belki de hiçbir yere tam olarak ait hissedemiyoruz.
Artık daha az kalıyor, daha az seviyor, daha az güveniyoruz.
Zamanın dili değişti: “Bağlanırsan kaybedersin; beklersen üzülürsün; çok seversen kırılırsın.”
Ama asıl soru şu: Gerçekten kırılmaktan mı korkuyoruz, yoksa tutunamamaktan mı yorulduk?
Birine destek olmak, birine yaslanmak, bir yerde kök salmak... Eskiden bağ kurmanın doğal hâliydi, şimdi ise zayıflık sayılıyor.
Herkes biraz bir şeylerin eşiğinde… Kimi bir kararın, kimi bir evin, kimi bir kalbin… Hep bir arada, hep bir askıda.
İşte bu yüzden artık tutunmak, bir yere değil de bir duruma anlam yüklüyor.
Kalmak değil, kaybolmamak istiyoruz.
Belki de en büyük ihtiyaç, bir yere değil, birine, bir söze, bir bakışa tutunabilmektir. Belki davet edilmeye alışmamışızdır; belki de uğurlanmaktan korkuyoruz. İnsan, ait olmazsa eksilmeye başlar. Ait olmak için önce görünmek ister. Görünmek içinse bir eşiği geçmek değil, cesaretle ilk adımı atmak gerekir.
Peki biz, ilk adımı atacak kadar cesur, incinmeyi göze alacak kadar gerçek, kendimizle yüzleşecek kadar istekli miyiz?