Öyle anlar vardır ki, henüz yaşanırken bile süzülüp gitmeye başlar. Ellerinin arasından kayar, tutamazsın. Zaman işte böyledir; bir bakışta, bir dokunuşta, hatta bir cümlede bile hayatını değiştirebilir.
Sessizce akar, fark ettirmez ama iz bırakır; sen farkına varmadan, anlamını çözemeden yoluna devam eder. Daha yankısı sürerken geçmiş olur. Ne zamandı o an? Bilmezsin. Ama içinde bir hüzün kalır. Çünkü her şeyin geçici olduğunu bilir ve bu geçiciliğin tam ortasında, kendine bir anlam aramaya çalışırsın.
Bu hüzün, bu geçicilik duygusu, yüzyılların sessizliğinde yankılanan bir sırdır aslında; insanlık tarihinin en eski bilmecesi, ruhun en derinlerinde saklı bir fısıltı gibi. Binlerce yıl önce, zamanın gizemi şu sözle anlatıldı:
“Zamanı Tanrı yaşar; insanoğlu ölmek için yaratılmıştır.”
Çünkü zaman, sonsuzluğun içinde usulca akan bir nehirdir. Tanrı, o nehrin hem akışı hem de varlığıdır. İnsan ise, o nehirde savrulan bir yapraktır: bir nefes kadar kısa, bir an kadar geçici, varoluşun ince sınırlarında yitip giden bir iz. Ve bu faniliğin içinde, zamanın dalgaları arasında kendi hikâyesini yazmaya çalışan, varoluşunun anlamını arayan yorgun bir yolcudur insan.
Tüm bu geçiciliğin, gelip geçici anların, zamanın insafsız akışının içinde, insan kendi faniliğiyle yüzleştiğinde hep aynı soruyu sordu: Bu kadar kısa bir ömür gerçekten yetebilir miydi? Bu dünyada sahiden kalıcı olan bir şey yok muydu?
Binlerce yıl önce bu soruların peşine düşen biri vardı: Uruk kralı Gılgamış. Tanrıların kanını taşıyordu, güçlüydü, yenilmezdi. Ama en yakın dostu Enkidu'yu kaybedince, yaşamın gizemini çözmek için uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıktı.
İnsanlık kadar eski bir arayışa adım attı: Ölümsüzlük.
Gılgamış, denizleri aştı, dağları yürüdü, tanrıların kapılarına dayandı. Zamanı durdurmanın, ölümü kandırmanın bir yolunu aradı.
Ama aradığı ölümsüzlük ona verilmedi. Çünkü o, bir insan olarak yaratılmıştı.
Tıpkı Orhun Yazıtları’nda yazdığı gibi:
Zamanı Tanrı yaşar; insanoğlu ölmek için yaratılmıştır.
Belki de mesele, zamanı durdurmak ya da ölümsüzlüğe ulaşmak değildir. Asıl olan, geçiciliği bilerek yaşamaktır; her anın bir daha geri gelmeyeceğini bilip, onu tüm benliğinle sevmek, sarılmak, hissetmektir. Gılgamış, ölümsüzlüğe erişemedi ama hikayesi binlerce yıl boyunca yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Zamanı yaşamak Tanrı’ya mahsustu; ama zamanın içindeki o kıymetli, tek ve eşsiz an’ı yaşamak, insana verilmiş en derin özgürlüktü. Zamanı Tanrı yaşar, evet… Ama insanoğlu, o kısacık nefeste, sonsuzluğa dokunur.