Deliliği elbiselerinin yırtıklığı, uzun ve kirli saçı, sakalı, kimsesizliği, garipliği, yalnızlığı mıydı bilinmez. Her kış olduğu gibi bu Aralık ayının karında, gündüzün sıfırın altındaki soğuğunda, ayazında, güvercinlerin çatılarda donup öldüğü bu kış ayında Akşehir’in hangi soğuk caddesinde kıvrılarak yatacak, hangi lokantacının acıyarak verdiği sıcacık bir çorbayı içecekti Deli Faik.

            Bu sabah da her sabah olduğu gibi İmaret Camii’nin önündeydi Deli Faik. Her gün olduğu gibi bugün de Çay Mahallesi’nden gelecek Sadi Beyi bekliyordu.

            İşte, Sadi Bey’de geliyordu.

            Faik ileriden Sadi Bey’i görmüş, yanına doğru koşarak:

            —Ağabey, ağabey. Diyordu.

            Deli Faik’in her zaman olduğu gibi yine sırtında yırtık bir ceket, bilmem, kimin verdiği paçaları yırtık kısa bir pantolon, karın yirmi santim olduğu Aralık soğuğunda ayağında yazlık ayakkabılar vardı.

            Sadi Bey:

—Buyur Faik! Dedi. Buyur.

Aslında onun ne istediğini biliyordu ya…

— Ağabey bir sigara, bir sigara…

Sigarayı uzattı, Faik soğuktan mosmor olmuş üşüyen elleriyle paketten bir sigara çekti.

Sadi Bey üzülmüştü haline… Yeni açtığı sigara paketi ile kibritini de verdi.

Faik:

—Sağ ol ağabey, sağ ol. Diyordu.

Yine iki büklüm bir halde, yazlık ayakkabılarıyla karlara basarak yürüyordu.

            Sadi Bey diğer gün giymediği bir pantolonu, kışlık bir çift ayakkabıyı verdi, vermesine ya Faik bu kimseye zararı dokunmasa da onca kalabalığın içinde yalnızlığı seçmişti, âlem ona “ deli” demişti ya elbiselerini neden yırttığını bilen çıkmamıştı; “ deliydi” ya…

            Herkesin aklını beğenmese çatlayıp öleceği bu âlemde o kendine, kendince deliliği seçmişti ya acaba o akıllı da âlem mi deliydi bilinmez…

            O günün akşamında yine Sadi Bey Çay Mahallesi’ndeki evine yol alacaktı. Gözleri Faik’i aradı.  Faik uzaktan göründü. Soğuktan, eli, yüzü mosmor olmuştu.

            —Sadi Ağabey. Dedi. Sadi Ağabey…

            Sadi yine sigara paketine uzandı, Faik uzattığı sigarayı yaktı.

            Cebinden on lira çıkarttı, Faik’e uzattı, uzattı ya Faik’in Sadi’nin elini iteklemesiyle karşılaştı. Parayı kabul etmemişti.

            Sadi hızlı adımlarla Çay Mahallesi’ndeki evine doğru yol alıyor; İmaret Camii’nde akşam ezanı okunuyordu. Şehir akşamın karanlığına bürünüyor, yorgun insanlar hızlı adımlarla yürümüyor, adeta koşuyorlardı… ve Faik karanlığın içinden, yalnızlığından yavaş yavaş yağın karın altından İmaret Camii’nin önünden Hıdırlığa doğru yol alıyordu.

            Sadi Bey’in o günün sabahında yine gözleri Deli Faik ‘i aradı. Acaba bugün nereden karşısına çıkacaktı. İmaret Camii’nin içinden mi, Bakkal Fazıl’ın dükkânının önünden mi, yoksa bu civarda yıkılmaya yüz tutmuş virane bir evde kaldığı söyleniyordu ya oralardan mı çıkıp karşısına gelecek, sigara isteyecekti.

            Arayan gözlerle İmaret Camii’ne doğru, sonra Bakkal Fazıl’ın dükkânının önüne, Akşehir Çayı’nın aktığı köprü civarlarına, Kızılay Aş Evi’ne, Cumhuriyet İlkokulu’nun önüne baktı. Yoktu. Faik yoktu işte… Üstelik sigarasını da hazırlamıştı, hazırlamasına ya yoktu işte yok…

            Herkesin deli diyerek kaçtığı, sevmediği, çok insanın ise acıyarak baktığı Faik’i sevmişti…

            Akşehir’e kış tüm sevimsizliğiyle gelmiş, lapa lapa kar yağıyordu. Her Aralık ayı geldiğinde, her kar yağışında ise Sadi Bey Faik‘i hatırlıyordu…

            Yine mevsimin yağan karında Nasreddin Hoca Mezarlığının önünden geçerken Sadi Bey yıllar öncesinden Akşehir’de soğuktan donarak ölen Faik‘i hatırladı. O kış Faik’i mezarına defnederken, gözlerinden yaşlar dökülmüştü. “Faik, demişti, ah Faik ah!”