Pek çok küçük şehirde binlerce insanın üst üste yaşayıp, güzelim toprakları çirkinleştirmek, havayı  kirletmek için olanca çabalarını harcarken, bu güzelim Akşehir’de, filizlenen her bitkiye bu şehir insanları tarafından gözbebekleri gibi bakılmış, atmosferin doğal yapısı korunmuş, şehrin her yerini süsleyen çimenler yalnız 24 Ağustos Bulvarı’nı değil, kaldırım taşlarının arasında bile kendisini göstermiş, boy atmış yeşermişti. Hıdırlık yolunu süsleyen ıhlamur ağaçları kokularını daha bir güzel yayıyor, sadece, güvercinler, serçeler, böcekler değil; gelin görün ki gül düşün ustası Nasreddin Hoca’sı gibi velhasıl tüm insanları da neşeliydi. Pek çok büyük kentte olduğu gibi bu şehirde kendilerine yetişkin dediklerimiz birbirlerini kandırmayı, sabahtan kalkar kalkmaz, karşısındakini nasıl aldatacağım düşüncesinde de değillerdi. 
            Hafifçe esen rüzgârın taşıdığı Hıdırlığın çam kokusu, şehir şelalelerinin serinliği, şehrin mis kokulu havası Akşehir’in her yerinde hissediliyordu.
            Süleyman genellikle yaz tatillerini Akşehir’de bulunan evlerinde geçirirdi. Fakat o yıl yaz tatilini 5–10 Temmuz Akşehir Nasreddin Hoca Şenlikleri’ne denk getirmişti. 
            O yaz her yaz olduğu gibi Süleyman annesinin yanında şehrin yeni bir başka güzelliğiyle karşılaşmıştı. Akşehir’de Akşehir Kültür Merkezi yapılmıştı. Hem de üç ay gibi kısa bir süre de bu devasa binanın yapılmasına bir türlü aklı ermiyordu. Oysaki kendisi de inşaat mühendisliğinde okuyordu, okumasına ama… Hala üç ay gibi kısa bir sürede bu binanın yapılması… Kendi kendisine :” Hayret! Diyordu. Hayret doğrusu… Hayatında insan üzerine düşen görevinin layıkıyla yapıldığı, görev bilinciyle yapılan her işin güzel olabileceği ayırımına bir kez daha vardığını anladı…
            Süleyman’ın ailesi pek zengin değildi, zengin olmasına fakat o okumayı çok seviyordu. Akşehir Kültür Merkezi’nin yapımında emeği geçenlere kendi adına teşekkür etmek istiyordu… Hem bu arada binanın yapımı ile bilgilenecekti; üniversite hayatında da bu projenin kendisine yardımcı olabileceği inancını taşıyordu. 
            Süleyman yirmi yaşlarındaydı; küçük yaşlarda babasını kaybetmiş, küçüklükten annesi her şeyiyle ilgilenmiş, onu kendi istediği gibi yetiştirmişti.
            Akşehir Kültür Merkezi’nin çevresinde dolandı. Alıcı gözüyle, ilerinin bir mühendisi olarak inceledi. İçinden :”Gerçekten güzel düşünülmüş, çok büyük bir proje” diyordu.
            Film afişlerine gözleri takıldı. “Dünyalar Savaşı, Mumya Evi, Karabasan” gibi film afişlerini, artistlerini okudu. Sinemaya girecekti ya elini cebine götürdü. Kendi kendisine : “ Ankara’da Mumya Evi’ne parasızlıktan girememiştim. Dedi. Burada da yirmi milyon lira ise yine zor girerim ya…” diye düşünüyordu. 
            Merdivenlerden gişeye yaklaşarak:
            —Kaç para? Diye sordu. 
            Gişede önündeki liste ile uğraşan gençten biri:
            —Üç milyon lira ağabey! Dedi. 
            Süleyman tekrar:
            Kaç para dediniz?
            Gişedeki genç:
            —Üç milyon! Diyerek, tekrarladı. 
            Süleyman:
            —O zaman akşam seansına “Dünyalar Savaşı”na birinci salondan bir yer alayım! Dedi.
            Biletini aldı. 
            Gülmece Parkı’nda doyasıya gezdi. Nasreddin Hoca’nın minyatür heykellerine baktı. Nasreddin Hoca’nın fıkralarını teker teker okudu.
            Kendi kendine değişen, günden güne güzelleşen kendi gördükçe “ Ankara’nın kirli havasından bıkmıştım, Akşehir’e gelmem iyi oldu. Üniversitem burada olsa da daima burada kalabilsem, özlemişim memleketimi, özlemişim güzel Akşehir’imi” diyordu.
            Sonra Ankara düşlerine daldı. Şöyle bir düşündü üniversitedeki günlerini, sonra Akşehir’i, tertemiz havasını, Hıdırlığı’nı, Tekkesi’ni, Ulu Camisi’ni, Nasreddin Hoca Türbesi’ni, Sultan Dağları’nı… Aslında gitmemeliydi Ankara’ya… Boğulmamalıydı o kirli havasında… Sabaphtan giydiği beyaz gömleğin akşama nasıl da simsiyah olduğunu düşündü… Sonra şehrin gürültüsünü… İnsan kalabalığını… Lokantalarında çıkan yemekleri… Her şeyin para olduğu koca kendi düşündü bir de güzelim Akşehir’i… İbre suyu geldi aklına… Tertemizdi Akşehir’in İbre suyu… Kendi kendisine :”İbre suyu gibi var mı be kardeşim? Diyordu. İbre Suyu gibi var mı? Pet şişelerde parayla satılan sularına değişmem… Adı güzel kendi güzel Akşehir’imin… .Ne hava kirliliği, ne kalabalık, ne arabaların egzoz gürültüsü, işte yaşanacak şehir bu ..İşte güzel Akşehir…” diye düşüncelere dalmış yürüyordu….
            Neden sonra gözü 5-10 Temmuz Şenlikleri’nde gelecek sanatçı afişlerine takıldı. Kimler yoktu ki, kimler yoktu… Şarkıcısı, türkücüsü, tiyatro sanatçıları, her şeyden önemlisi de yüzyıllardan bu yana zekâ inceliği, nükte gücü ile Nasreddin Hoca bu yıl da anılacaktı. En güzeli de bu değil miydi? Üstelik adına bu yıl mevlit de okutulacaktı… Kendi kendisine “Yaşanılacak bir şehir varsa orası da Akşehir’dir, diyordu, Akşehir.” 
            Gece Akşehir Nasreddin Hoca Tiyatrosu’nda sanatçıların konserlerine gidiyor, geç saatlerde döndüğünde, onun için günün sabahı geç oluyordu. Çoğu zaman sabahtan Çay Mahallesi’ndeki evlerinden kalkarak Hıdırlık’a çıkıyor, öğle üzeri İbre’ye, öğleden sonra Akşehir Evi’ne doğru yürüyordu.
Yemekte neşesiyle annesini güldürüyor, geceleri çoğunlukla – ay olduğu Akşehir gecelerinde-Akşehir’in güzelliğine doyamıyor, hayat sevinci bütün coşkunluğuyla duyduğu için gözlerine uykular girmiyor, şehrin hayalleriyle baş başa kalarak bazen ortalık aydınlanıncaya kadar evlerinin bahçesinde dolanıyordu. 
            Süleyman annesinin yanında ilk beş gününü böylesine mutlu, huzurlu, neşe içerisinde geçirdi. 
            Ayrılık vakti geldiğinde, annesi Süleyman’a okşayıcı, sevgi dolu sesiyle:
            —Güle güle git Süleyman’ım, güle güle git, derken, evine girerken gözlerinden biriken yaşları tutarak ağlamamak için içeriye koşmuştu. 
            Ya Süleyman?
            O da annesinden güzel şehrinden ayrılırken gözyaşlarını tutamamış, ağladığını belli etmemek için arkasına bile bakmadan:
            —Allah’a ısmarladık anne. Allah’a ısmarladık. Diyebilmişti. 
 
BİTTİ