Dostlar; 5 Aralık, canım babaannem Şerif Eskioğlu’nun 37’nci ölüm yıldönümüydü. Bu dünyadan yiğit mi yiğit bir kadın geçti.

Babaannem Şerif Eskioğlu ve İlk Torunu Salim

Babaannem işte o sıralarda sürülerini güden Kürt çoban Miro’ya gönlünü kaptırır. Bu sevda şehirde çabuk duyulur. Hacı Salim bu konuda sessiz kalır ama babaannemin babası Çayleli Mustafa ve abisi Çayleli Ali bunu namus meselesi olarak görüp iki sevgilinin peşine düşmeye karar verir. Bu karar da babaanneme tez ulaşır ve sevgililer kaçıp, köyden köye saklanırlar. Tüfeklerini kuşanmış atlıların peşinden geldiği korkusu Miro’nun “çatlayıp” ölmesine neden olur. Babaannem gözü yaşlı olarak evine döner, öfke doludur. Bir süre sonra (1939 olmalı) Hacı Salim 60’ında hamamda yaşamını yitirir. Babam henüz 7’sindedir. Çocuklarının da katıldığı bir törenle Nasrettin Hoca mezarlığına defnedilir. (Ne yazık ki mezar yeri günümüzde belli değil. Babam Akşehir Askerlik Şubesi’nden çok araştırmasına karşın babası Hacı Salim’in fotoğrafını da bulamamıştı.) Hacı Salim’in ölümünü bahane eden Çayleli Mustafa babaannemin sürüsüne el koyar.

2. Dünya Savaşı dönemidir. Türkiye savaşa girmese de halk yoksullaşmış, kıtlık çıkmış ve karne dönemi başlamıştır. Babasının “burnunu sürtmek istediği” babaannem, bu zorlu dönemde de pes etmez, kapılarına gidip “aman” dilemeyi aklından bile geçirmez. Bir zamanlar ailecek ev oturmasına gittikleri babasının yakın arkadaşı Doktor Hamdi Beylere çamaşır yıkamaya, diğer ahbaplarına da ev temizliğine gider. Süt alıp yoğurt çalar. Babam ve amcalarım yoğurt pazarında yoğurt satarlar.

Fahir amcamın anlattığına göre; bir gün babamla birlikte pazarda yoğurt satarken birisinin helkeye ayağı takılınca yoğurt yere dökülür. İki gençten çekinen adamcağız yoğurdun parasını öder. Amcam ve babam yere dökülen yoğurdu afiyetle yer. O, amcama dünyanın en lezzetli yoğurdu gelir. Babam o dönemde çocuk oldukları için hamama sahip çıkamadıklarını, bazen aşevinde yemek yediklerini anlatırdı. İleriki yıllarda da vefa borcu olarak aşevine sürekli yardım edecektir. Babam ve amcalarım ilk gençlik yıllarında da Akşehir’in ilk tüccar kasaplarından sayılan Çayleli Mustafa dedelerinin yanında çalışıp kasaplık öğrenirler, sonrasında da kendi kasap dükkanlarını açıp esnaflığa atılırlar.

Babaannem Şerif Eskioğlu ve Aile Fotoğrafı

Babaannem sanırım 1942’de bu kez, bir zamanlar yanlarında çobanlık yapmış Kürt Rüşdü ile evlenir. Çayleliler’in artık, ailenin bu “eyvallahsız” kızlarına söyleyecek sözü, bileğini bükecek güçleri kalmamıştır. Bu evlilikten de Güner ve Güler adlı iki kızı olur. Rüşdü evde şiddet uygulayınca askerlik çağına gelmiş Fahir amcam tarafından sanırım 1954’te bir daha dönmemek üzere evden kovulur.

Neyse dostlar; gün olur devran döner, bir zamanların varlıklısı Çayleli Mustafa iflas eder, bankalar hacze gelecektir. Çayleli hacizden kaçırmak için Kozaağaç’taki tarlasını, burnundan getirdiği fakat yine de en çok güvendiği çocuğu Şerif’in üzerine yapar. Haciz fırtınası bittikten sonda tarlayı geri isteyince de babaannem, “Şimdi hesap zamanı” der, “Bu tarla, el koyduğun sürülerin sadece kuzularıydı.” Çayleli’nin kızına karşı söyleyecek lafı yoktur. Şimdi sevgili Güler halamın zamansız ölümüyle eşine kalan ve onun da Kur’an kursuna bağışladığını duyduğum o tarlada, babaannemin doğduğumda benim için diktiği armut ağacının 64’üne girdiğini biliyorum.

Akşehir’in İlk Tüccar Kasaplarından Sayılan Çayleli Mustafa Kasap Dükkanında

Aradan uzun yıllar geçince ailesi Çaylelilerle görüşmeye başlayan babaannem 1970’lerde Hacı Salim’den kalan toprak dam çıkıntılı, eski ahşap evi yıktırarak altında iki dükkan olan iki katlı bir ev yaptırdı. Akşehir usulü şalvar giyip, şal takan babaannem evin yapımındaki plan-projeden ruhsata, sıvadan elektriğe bütün işlere kendisinin koşturduğuna ben ve mavi bisikletim tanığız. Ev bittikten iki yıl sonra belediyede, çayın üzerinden geçişi sağlayan köprünün ağzını genişletmek amacıyla babaannemin evi ve komşu binalara yıkım kararı alınır. Babaannem, belediyeye verdiği dilekçeler kabul görmeyince bir gün belediyede, başkanın da bulunduğu bir toplantıyı “basarak” bağırıp çağırmaya başlar. “İki yıl önce aklınız neredeydi?” diye sorar, “Bir dul avrat olarak tek başıma yaptığım bu evimi yıkacak daha anasının karnından doğmadı” der…

Toplantıdakiler, kızgın Şerif Kadın’ı sakinleştirip evine yollarlar. Sonrasında belediye, o bölgedeki kararını kısmen uygular, iki yanındaki ev ve Ahmet Ay Değirmeni yıksa da babaannemin evine dokunamaz. Bir gün Akşehir’e yolunuz düşerse köprü başında yolun ortasındaki, alt katında kuzenlerimin çalıştırdığı hırdavatçı (Toka Hırdavat) ve kuyumcu olan o küçük ada ev dikkatinizi çekecektir. O zaman canım babaannem “Şerif Eskioğlu’nu da yad edin” lütfen.

Benzer bir olayı da babam anlatmıştı; askerden önce kavga eder karakola düşer. Karakola gelen babaannem, oğluna karakolda dayak atılmış olduğunu fark edince yeri göğü yıkar, karakolun altını üstüne getirir. Dayakçı polisler kaçıp saklanır, komiser de “Şerif Kadın, al oğlunu git” der. (Aynı karakolda 25 yıl sonra da ben solcu olmaktan dolayı dayak yiyecektim.) Babamın yıllar sonra Ankara’da hasta olduğu bir gün, “Aman anam duymasın. Ayakları tutmasa da dağları aşar gelir” dediğini de eklemeliyim.

Babaannemle ilgili çok anım var. Belki de en önemlisi yine mavi bisikletimle onu yıkılamayan evinde ziyaret ettiğim bir gün hasta bulmam. Çok titriyor ve terliyordu. Getireceğim konyaktan birkaç yudum içerse kendisini iyi hissedeceğini söyledi. Hemen mavi bisikletime atlayıp birkaç dakika uzaklıktaki kasap dükkanında babama durumu anlattım. Babam “ciddi bir şey olabilir” diye komşu muayenehanedeki Dr. Halis Çimili’yi eve koşturdu. Eve girdiğimizde babaannem merdivenlerin başında baygın yatıyordu. Doktor Halis Bey ilk müdahaleyi yaptı ve babaannemin kalp krizi geçirdiğini söyledi, bana da dönüp “Aferin, zamanında haber verdin. Birkaç dakika daha gecikilse, ölebilirdi” demişti.

Canım babaannem krizden sonra 15 yıl daha sağlıklı yaşadı. 5 Aralık 1985’te vefat ettiğinde 76 yaşındaydı. Bilgili ve görgülü bir kadındı. Akşehir’in ayaklı kütüphanesi, canlı tarihiydi. Doğumda, kutlamada, düğünde, ölümde ne yapılacağını iyi bilir, herkese de yol yöntem öğretirdi. Cesurdu, lafını kimseden esirgemez, kimseden de çekinmezdi. İyi kalpliydi. Hastalıklara karşı kendi tedavi yöntemleri vardı. Oyun muydu bilmiyorum ama çocukken karnım ağrıdığında ayaklarımdan tutup baş aşağı sallardı. Ben de iyi olurdum hani. Neşeliydi, güleçti, şakacıydı. Güzel kahkaha atardı. İsteyene fasulye falı bakardı. İnançlıydı. Namaz kılar, oruç tutardı. Bana cümlesiyle bütün duaları öğretmişti. Nasrettin Hoca Mezarlığı’ndaki aile mezarlığında yatan babaannemi her ziyaretimde, (şimdi dine hiç mi hiç inanmasam da) ona verdiğim söz üzerine “üç Gulhuvalla bir Elham”ı mutlaka okurum.

Pek çok mesel bilirdi. Kim bilir belki de benim yazarlığımın temellerinde de onun meselleri yatıyor. Akşehir’de yaşarken haftada bir Güler halam ile bize yatıya geldiklerinde kardeşlerimle “gitmesinler” diye ayakkabılarını saklardık, her seferinde de “tavuklar aç kalır” der, bizi ikna etmeye çalışırdı.

Dostlar, ben babaannemle gurur duyuyorum. Eğilmek yerine kırılmayı yeğleyen, kimseye minnet etmeyen, cesur bir atanın genleri taşımakla da övünüyorum. Onu, ölüm yıldönümünde saygı ve hasretle anıyorum. Sen ne güzel bir babaanneydin be babaannem…

YAZININ FOTO GALERİSİ İÇİN TIKLAYINIZ