Bu günlerde piyasaya yeni çıkan “Garp Cephesi Karargâhı AKŞEHİR’DE Yaşananlar” kitabımızı, yazarları olarak gazi ve şehit dedelerimize armağan ettik.

Onurla ve gururla “Mehmet KOÇ” adını taşıdığım şehit dedem ile onu ölünceye kadar unutamayan babaannemin (Allah her ikisine de rahmet eylesin) hikayesini anlatmak istiyorum: 

“İnsanlar farkına varmasalar da diğer insanlara açıkça söylemeseler de bazı sevgiler, aşklar bir ömür boyu sürer. Bu onların hareketlerinden anlaşılabilir, tıpkı ninemin şehit dedeme olduğu gibi...

Zamanında ailemin koyduğu güzel bir ismim var; Mehmet. Fakat hatırlıyorum, çocukken adım Mehmetçik idi. Ben de buna alışmıştım. Kimse bana doğru dürüst Mehmet demiyordu. Ama bir kişi hariç, o da ninemdi. O beni hep Mehmet diye çağırırdı. İsmimi onun kadar güzel söyleyen kimse olmamıştır. Hatta çocukken yaylalarda ben ineklerimizin peşinden giderken o dağlara doğru;       

“Mehmeeet, ula.. Mehmeeet” diye bağırır, ben de duymazlıktan gelirdim. O da sanki bir hasretle, bir özlemle daha önce yapmak istediği ama yapamadığı bir şeyi içinden gelerek devam ettirirdi.

Bir gün anneme “Bu ninem benim ismimi çok seviyor galiba” dedim. Annem de “Sever tabi, ne de olsa herifinin (kocasının) ismi. Belki de zamanında onu doya doya çağıramadığı için şimdi çağırıyordur” dedi. Anladım ki ninem aslında beni değil, yıllar öncesi kaybettiği kocasını çağırıyordu. Belki de farkında olmayarak…

Bütün kardeşlerimizin yaptığı gibi ama özellikle ağabeyim ile ben, o zamanlar her şeyimizi ninemizle paylaşırdık. Sırlarımızı bile. Yeni yeni delikanlılık çağlarımızda etraftan duyduğumuz aşk, sevgi gibi kelimelerin daha çok dikkatimizi çektiği günlerde ninemizi sıkıştırmaya başlamıştık; “Dedemizi nerede gördün, nasıl sevdin, anlat bize ne olur” diye söylenirdik. Her seferinde bizi başından savardı. Fakat bir gün ısrarlarımıza dayanamayarak:

“Ben dedenizi hep tanıyarak büyüdüm, biliyorsunuz o dayımın oğlu idi. Daha o zamanları yaşım küçüktü. Ama bir gün bizim Ali (Ağabeyim), dayımın kızı Mine ile evleniyordu. Babam hadi hazırlan seni de Mehmet’e veriyoruz deyince bir şey söyleyemedim. Hazırlan deyince neyi hazırlayayım. Orman yollarında, Rahnil (kışın yaprak dökmeyen bir ağaççık) yaprakları sırtımda büyümüştüm. Yoktu öğle çeyizlerim falan filan yoktu. Yola çıktım. Kısaca berdel olarak verilmiştim. Dayımın evine vardım. Şaşkın şaşkın ne yapacağımı bilmeden Badomaya (eski evlerde odaların başladığı yüksekçe yer) oturdum. O ara dedeniz geldi. Tam karşımdan geçerken gözlerimin içine baktı. Simsiyah iri iri gözleri vardı. İçimden bir şeyler aktı, eridi gitti. Bir sıcaklık bütün vücuduma yayıldı. O anda buraya ait olduğumu hissettim ve kalktım, iş yapmaya başladım ve hala yapıyorum” diyordu gülerek. Böylece başlayan evlilik ne yazık ki araya giren askerlik nedeniyle ayrılık ve şehitlik sonucu çok fazla sürememişti.

1930’lu yılların sonunda askere giden kocasından ayrılan ve henüz karnında taşıdığı çocuğu ile yalnız kalan ninem yaşama dört elle sarılır. İçindeki hasretlerin acısını köylerdeki işlerini yaparak unutur. Ancak Tunceli Hozat’a giden eşinin dört sene olan askerliği bir türlü bitmek bilmez. Ara sıra gelen bir mektup yaralara ilaç olmaz.  Senelerce asker yolu gözlerken bir gün o yoldan bir tahta bavul gelir. Korku ve endişe ile açılan bavulun içinde en üstte zincire bağlı künyesi vardır. Bunun anlamı; künye sahibi Onbaşı Mehmet KOÇ şehit olmuştur. Devlet cenazesini göndermemiş, şehit olduğu yere defnetmiş, ancak tahta bavulunu göndermişti.

Tunceli’nin Hozat ilçesinde askerliğini yapan kocasının şehit olduğu haberi ninemi yıkar. Bu zor durumda eşinin ardından ağıtlar yakmaya başlar. İnsanoğlu, hayatın en büyük gerçeği ölüm karşısında uysal, teslimkâr, az isyancı fakat olabildiğince üzüntülüdür. Ölüm karşısındaki bu üzüntüsü düzenli düzensiz söz ve ezgilerle ifade edilmiştir. İşte, insanoğlunun yüreğinin titreyişi sonucu söylediği bu şiirlere “AĞIT” adı verilmiştir. Şu halde ağıtlar, ölen kişinin ardından dökülen gözyaşları ve çekilen gönül ıstırabının acı dolu terennümleridir.

İşte ninem, içindeki bu acıyı hafifletmek için her üzüntülü olayda, her ölünün ardından tekrar tekrar ağıt yakardı. Bilindiği gibi ağıtlar çoğu kez kaleme alınıp yazıya dökülmezler ve onları söyleyen kişilerin ölümüyle de silinip giderler. Onlardan geriye bölük, pörçük birkaç dörtlükten başka bir şey kalmaz.

İşte bu ağıtlarda ninemin ölümü ile kaybolup gitmiş ancak belleğimde kalan ve bir kitapta yer aldığını hayretle gördüğüm bir ağıtının bazı parçaları:

Kavaklar kısadır gelmez yapıya,

Dersim dağlarını aldık tabiya

Yansın Hozat yansın bi veran olsun

Bize sebep olan ellahdan bulsun.

Kuti deresinde tabakam kaldı

Kelinlik gızları seyrana kaldı

Yansın Hozat yansın bir veran olsun

Bize sebep olan ellahdan bulsun.

Hozat’ın önünde igde ağacı

Zerde dipten keliyor zehirden acı

Yansın Hozat yansın bir veran olsun

Bize sebep olan ellahdan bulsun.

Şehit dedeme ninemin bir ömür boyu süren sevgisinden benim bulabildiğim küçük kırıntılar, mazide kalan birer acı sedadır bunlar.