Şehrin sokaklarında uzun zamandır herkesin ortak yakınması vardı: Kaldırım işgalleri. Sonunda belediye harekete geçti, masalar toplandı, yaya yolları açıldı, kaldırımlar ferahladı. Vatandaş da “Demek oluyormuş” dedi.

Bu hamle umut vericiydi. Ta ki o meşhur duyuru videosu yayınlanana kadar. Videoda başkan kameraya dönüp kamu alanlarını işgal eden işletmelerle mücadele ettiklerini anlatırken hemen arkasındaki dondurmacının hâlâ kaldırım üzerinde masa ve gölgelik bulundurduğu apaçık ortadaydı. Montaj mı kırptı, kadraj mı kaçırdı, yoksa uyarı sadece vatandaşa mı geçerli, belirsiz. Adaletin terazi gözü kapalıdır ama burada sanki bandana hafifçe yukarı kaldırılmış gibi duruyor. Talimat kimi bulursa ona uygulanıyor, kimi de görmezden geliniyor.

Asıl tartışmalı konu ise şehrin göbeğindeki Adliye Parkı. Yalnızca bir park değil; akşamüstü çay kokusunun dolaştığı, öğrencinin ders çalıştığı, memurun gölgesinde nefeslendiği, ailelerin “şöyle şehir içinde yeşil bulalım” dediği bir çay bahçesi. Yani kentin gün içindeki sosyal nabzı. Şimdi buraya asfalt atılmak isteniyor. Gelişmiş şehirler kent merkezlerindeki açık yeşil alanları büyütürken biz mevcut gölgemizin altına beton dökmenin yolunu arıyoruz. Çayın yanında asfalt buharı ikram etmeye hazırlanıyoruz adeta.

Her ne kadar bugün çokça eleştirsem de, önceki dönem belediye başkanı Salih Akkaya’nın yaptığı Selçuklu Parkı, bugün ailelerin çocuklarıyla birlikte nefes alabildiği nadir sosyal alanlardan biri oldu. Şehrin sıkışmış beton örgüsünde bir pencere gibi duruyor. Ancak tam da bu nedenle insanın aklına takılıyor: Neyse ki o dönemde park yapmayı düşünen bir yönetim vardı. Bugün ise yeni sosyal donatı alanları müjdesi vermek yerine elde kalan yeşili asfaltlamak konuşuluyor. Şehir yönetimi “ne üretiyoruz” sorusundan çok “ne bozuyoruz” sorusuyla gündeme geliyorsa, planların rotası kaymış demektir.

Üstelik şehirde gerçekten asfaltlanmayı bekleyen onlarca cadde, yamalı bohça gibi duran sokaklar, yağmurda çamura, yazın toza dönen mahalle yolları varken bu projenin öncelik kazanması, akılcı planlamadan çok vitrin düzenlemesine benziyor. Sorun çözmek yerine gündem değiştirmek, plansızlığın klasik refleksidir.

Türkiye’den güncel örnekler ortada. İzmir Kordon’da beton kaldırılıp geniş çim alanlar yaratıldı, bisiklet yolları artırıldı, yürünebilirlik esas alındı. Eskişehir’de Kent Park ve Sazova gibi dev alanlar, çay bahçeleriyle birlikte sosyal hayatın merkezi yapıldı. İstanbul’da merkezde kalan parklarda yeşil korunarak rehabilitasyon yapıldı, gölge değerli görüldü. Konya’da millet bahçeleri ile otopark yerine nefes alan noktalar ortaya çıktı. Başka şehirler nefes aldırırken biz gölgenin altındaki bankı söküp asfalt dökmekle övünüyoruz. Gölgesini satamayan ağacı kesen tüccar mantığı ile hareket ediyoruz.

Tam da bu sırada başkan yeni bulvar ve yol projeleri müjdesi veriyor. Oysa artık herkes biliyor ki ne kadar yol yaparsan o kadar araç doldurursun. Trafik artar, şehir genişlemez; sadece şişmiş görünür. Şehrin gelişmişliği yürünebilir kaldırım ve nefes alınabilir alanlarla ölçülür. Biz kaldırım kazandık, park kaybediyoruz. Kaldırım bireye özgürlük verir, park topluma nefes verir, çay bahçesi ise şehrin sohbet ritmini korur. Bu ritim bozulursa şehir birbirine yabancılaşır.

Bugün kaldırım işgalleriyle mücadele ettik diye alkışlayalım. Ama çay bahçesinin yerine sıcak asfalt dökeceksek yarın alkışlayacak kimse kalmaz. Şehir dışarıdan geleni yoluyla değil, içeride nefes aldırdığı parkıyla sever. Bir şehri kaybetmek için bazen büyük bir hata gerekmez; küçük bir çay bahçesinin gölgesini yok etmek yeter. Beton çayın demini koyulaştırmaz, sadece sıcağını artırır. Şehrin geleceği asfalt dökmekle değil, gölgeyi büyütmekle şekillenir. Ve asıl mesele, asfaltı doğru yere dökmeyi bilip bilmediğimizdedir.