Okuyamadığım kitaplar çoğalmıştı, tatilde fırsat bilip çoğunu okudum. Sevgili Hakan Keysan dostumun imzalayıp verdiği kitaba da ancak sıra gelmişti.

Şair Orhan Veli’nin Gün Olur şiiri bende ayrı bir tat bırakır. “Gün olur alır başımı giderim/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda/ Şu ada senin bu ada benim/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra” önemli olan yelkovan kuşlarının peşi sıra gitmek değil mi?

Hakan Keysan, insanı kışkırtan satırları kitabın ilk sayfasını süsülüyor. Kaçmaya, gezmeye özendiriyor. Kitabın tamamını okuyunca ne duruyoruz be, diyor insan; “Artık yoldan çıkmanın, kalmalara karşı ürkütücü zafer kazanmanın zamanı gelmedi mi?”  Geldi de geçiyor. Benim gibi gezgin birini iyice yoldan çıkarıp yola düzdürecek bir kitap, yüreğine sağlık, ayaklarına sağlık Hakan Keysan.

Durgunluğa meydan okuma değil midir gitmek. (s.9) Şair kimliğini de düzyazıda da konuşturmuş yazar: “Üstümüz başımız aşk içindeyken, kim bilir, belki de bu pas biçim veriyor her birimizin kişisel serüvenine.” (s.11)  Gezgin bir ailenin yolculuk serüveni, İpsala sınır kapısından çıkmakla başlıyor yolculuk. Yazar ne demiş? “Ama çıkmakla çıkılmaz bir ülke” (s.15)

Çıkılmayan ülke nereye gitsek peşimiz sıra gelir. Yaşanmışlık, anılar, dostlar gittiğimiz yerlere bizimle gelmez mi? Yaşadığı kente sevdalı biri, yola çıktığıysa küçük nesneler yol boyu sürdürür bu sevdayı: “Ayrıca Denizlispor, Nikados, Nikfer formasıyla tüm gezi boyunca fotoğraf vermeye çalışacağız.”(s.18)

Bir ay sürecek yolculuklarında ilk kamp yeri Alexandrapolis’e ulaşıyorlar. İki günlük tatil çabuk bitiyor. Ver elini Sırbistan’a, Vranje kampına. Yine dizeleriyle yazısını güzelleştirmiş: “Hani bizden sonra kemanlar ve/ Aşk şarkıları söylenecekti bu şehirde.” (s.21)

Budapeşte’ye değil geçmiş yolculuk yapılıyor. Radyo anonsunu anımsamış, okuyana da anımsatıyor. Babamın, annemin dinlemeden yapamadıkları radyo: “Burası Budapeşte radyosu…” dizeleriyle başlamış yazar bu bölüme de: “Yol incitiyor kanatlarımı/ Suyu konuştursak çözülür dönüşlerin dili/ Bilmek incitiyor beni…”

Budapeşte’de akmam diyen Tuna nehri.  Şarkılara, türkülere, filmlere konu olmuş nehir akıp duruyormuş. (s.25)

Estergon Kalesi unutulur mu? Burası da destansı bir özelliğe sahiptir halkın gözünde. Tarihi Osmanlı Kalesi’ni gezmeden olur mu hiç? Yazar Slovakya, Polonya yolundaki ağaçları yazmadan yapamamış. Yüz metre boyundaki devasa ağaçlar nasıl unutulur? (s.28-29)

Adı bile insanı ürküten Auschwitz Nazi Kampı; acının, ölümün, ötekileştirmenin kol gezdiği lanet olası kamp. Şair insan etkilenmez mi bundan? “Düşlerim/ Ve düşüme giremeyen şeyler/ Kentler ertelendi/ Ağzım ve o şehir yok/ Bu gitmenin neresine yanalım şimdi…” (s.31-32)

Dresten’de Dede Korkut masallarının gerçek el yazmalarıyla karşılaşma nasıl da etkilemiştir insanı. Dede Korkut deyip geçeriz, onun el yazmalarının bizden çok uzaklarda olduğunu bilmeyiz.

Konaklamalar yine kamp yerlerinde oluyor. Avrupa ile aramızdaki müze ve kütüphanecilik konusunda gerçekten devasa ve derinlikli bir kültür ortamı oluşmuş. Yazar bu yargısını, gözlemini kendi ülkemizle kıyaslamadan yapamamış. Şair etkilenip de dizelere dökmeden olur mu? “Bir tek sevda doldurur diyorlar yaşamı/ Yalan…/ Canla nasıl dolacaksa toprak/ Aşk/ Yürek yanıdır kavganın/ Yanışırız gizli gizli/ Defter kalem tedirginliği kitap raflarında…”(s.41-44)

Marks ve Engels’in heykelinin önünde poz vermişler ailece aile dostlarıyla. Fotoğrafın altında çok hoş bir açıklama var: “Dünyanın aklıyla oynayan iki ünlü adam.” Berlin’e varmışlar gitmenin sonunda. Gezginler ulaşırlar yolculuğun sonunda bir yerlere.

Berlin’e epey yer ayırmış yazar burada. Özellikle de kamptaki fotoğraflar güzel anılar olduğu gibi insanı da özendirmiyor değil. Bin yıldızlı otelin adıdır kamplar. Çadırların içinde yaşamak, çevre insanlarla kurulan dostluklar unutulur gibi değildir. Yazar gezmek kadar gözlem yapmakla da yükümlüdür. Gezdikleri yerlerde çoğu yerde içki satılmasına karşın, tek bir tartışmaya, kavgaya tanık olmamışlar. Önemli bir şey bence kendini bilmek.

Berlin deyince kültür her şeyin üstünde kuşkusuz. Berlin’e gidilir de Brecht’in müze evine uğranmaz mı? Bu gezi şiirlerle süslenmez mi? (s.49-56) Yüreğine sağlık Hakan Keysan.

“Zamanı nasır tutmuş/ Bir denizci sabırsızlığıdır/ Tuz ve derin mavi/ Bakmayın karada kayıtsız oturduğuna/ Mavi derin bir sızıdır gizlice…” Bu dizelerle kanalların arasında soluk alan kent Amsterdam’a giriş yapılıyor. Şölen havasında yapılan bir yolculuktan sonra ver elini Brüksel. Burada hedef Paris’tir. Hayallerin ve sanatçıların başkenti. (s.70)

Paris’e gidilir de önemli müzelere gidilmez mi? Louvre Müzesi’nde Delacroıx’un ünlü “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosu önünde poz verilmez mi? (s.70) Paris’e veda edilirken korkusuz Komünarlar unutulur mu? (s.85)

Yol bitmez, görülecek gezilecek yerler de öyle. Zürih, İsviçre, İsviçre Alpleri, Münih, gönülden fethedilen Viyana, Zagrep, gecenin rüyası Üsküp. Üsküp’te giriş bölümünü şiirle süslemiş. Yazıyı güzelleştiren şairin, yazarın kendi dizeleri, şiirleri olmuş. Hapsi de anlatılan yerlerle örtüşmüş. Şair duyarlılığıyla gezmenin, oraları anlatmanın farkı buralarda gizlenmiş. “Düşmanlarımızın rakı içmesi bile aynı/ Şehrin kanaması/ Bu kent düzenli olarak kanıyor böyle/ Ve sabah olunca kapatıyorlar kepenklerini.” (s.143)

Sınır kapısından giriş; doğdukları, yaşadıkları kente dönüş. Benim hoşlanarak, severek okuduğum bir kitap oldu. Geziye siz de katılıyorsunuz. Satırlar, paragraflar, sayfaların peşinde koşturup duruyorsunuz. Ülkemizde çoğu yeri gezmiş biri olarak fırsat bulursam böyle bir geziye katılırım.

Önemli olan da yelkovan kuşlarının peşlinden gitmektir. Hakan Keysan, kitabını şu dizeleriyle noktalamış: “Gitmek/ bir meydan okuma değil midir durgunluğa/ ve her şey gitmez mi kendi içinde…”

Yol bitti mi şimdi? … Peki ya ötesi?

Nice yollara, nice şiirlere, şiirinin gezdiklerinle örtüştüğü gezilerin olsun. Yüreğine bin kez daha sağlık sevgili Hakan Keysan.

(Yol ve Ötesi: Gezgin Bir Ailenin Yolculuk Günlüğü / Hakan Keysan / Servi Yayınları / 2019)