“Bak canım kardeşim, benim bu müdireden hiç ümidim yok. Bir kendini beğenmiş, bir kendini ki! Anlatsam inanmazsın! Nasıl olmuş da bizim şirkete gelmiş, kim buna torpil olmuş? İnanılır gibi değil! Genelde ofiste bulanan çalışanları yanına çağırır da boş-beleş lüzumsuz işler verir. Lüzumsuz işler müdiresi.

Neymiş efendim, “Sana verdiğim kâğıdı yazdın mı? Ya sen dosya sayfalarını numaralandırdın mı? Dizi pusulasını yaptın mı? Bak bak şu postitleri yapıştıracaksın! Benim kendime göre kaidelerim, metotlarım vardır. Önce düzen! Düzenli çalışacaksın. Şimdi siz benim evimi bir görseniz, her yer tertip ve düzenlidir. Her şey yerli yerindedir. Taaa ben ilk mektepten beri böyleyimdir.” Der, çalışanların istek ve zevkini kırar, hop yıllarca belli bir itina ve düzenle yapılan dosya düzenlemesi yeniden ele alınırdı.

Dosyalar müdire hanımın talimatları ile yeniden ele alınırdı. “Neden böyle yapıyoruz?” diye bir lakırdı edilemezdi. Hele ki edilsin! Müdire olduğu yerde tepinir, bağırır çağırırdı. Çünkü her şeyin en iyisini o bilir, her şeyi düzenli ve itinalı o yapardı.

“Müdire hanım, oldu mu?”

“Kâğıdı tam ortalayıp da deleceksin! Düzen yok sende, itina hak getire! Benim ne söylediğimi dinlemiyorsunuz ki. Ne söylesem size faydasız! Faydasız! Bak önce şu dosya kâğıdını ortalayıp, delgeçin ortasına getireceksin ve bak buradan da hafifçe basacaksın. Bak tam oldu. Oysa senin deldiklerine bakar mısın? Olmuş mu? Bir senin deldiklerine bak bir de benimkilere! Örnek al! Örnekkk! Böyle müdireyi de bulamazsınız!”

Sabahtan kâtiplerin odasından çıktıktan sonra müdire hanım odasına gider, sonra da kâtiplerin odasını yanındaki telefonundan arar. Emirlerini, kaidelerini sıralar. Biri yanına kapı çalmadan filan girdi mi girdiğine gireceğine pişman olur. Artık ağzına geleni söyler, olmadı mı kapıda” çıkartır, “tekrar kapıyı çalarak içeriye gir!” diye bağırır, ardından artık neler söyler, neler söylerdi.

Sonra şirkette odasına gelenlere hemen parlar: “İşimiz çok, çok! Öyle çok mesuliyetim var ki! Ben sizi uzun uzun da dinlerim fakat öyle çok işim var ki kusura bakmayın.” Der, bir ara misafirin yanında kalemin telefonunu çaldırır ki telefonun kesik kesik çalması “beni arayın, beni çağırın” telefonudur. Kesik kesik iki kes çalan telefondan sonra kalemden bir kâtibe hemen müdire hanımı arar “efendim, bir konuda takıldık…” Müdire hanım atılır “kusura bakmayın, kalemden çağırıyorlar.” der, artık bu misafire, güle-güle demenin başka bir anlatımıdır, tabi anlayana.

Bazen de gelen misafir olsun, kalemden olsun gelenlerin yüzüne bakmaz, meşgul gibi görünür. Sonra da dalgın dalgın, çok yorgun gibi görünür. Yanında artık kim varsa “hiç sorma bu akşam hiç yoksa iki yüz sayfa okudum. Bizim şirketin işleri bitmiyor ki!” Der, devamla “Siz şimdi bilmezsiniz ki kalem ve kalem personeli her daim benim dikkatimde olmalıdır. Neden? Diyebilirsiniz. Ben kalemle ilgilenmeyi kendime adeta düstur edinmişimdir. Her gün sabahtan gelince kaleme bir uğrarım. Ne yapmışlar, neyi doğru neyi yanlış yapmışlar. Benim görevim bu. Düzen, tertip. Günlük işleri gününde yapsalar, yok olmaz illaki bırakılacak. Belki de ben bu yüzden biraz sinirliyim, asabiyim” der, sonra kendisini öve öve bitiremez, birkaç şirketin daha müdireliğini yapabileceğini anlat anlat bitiremez, bunu da tertip ve düzenine bağlardı.

Bu lüzumsuz işler müdiresinin tek işi, düzen, tertip ve hayatı gevezelikten ibaretti. Zayıf, sinirden bir deri bir kemik, ince narin biriydi, yürüdü mü çıt kırıldım yürürdü. Mesaisini lüzumlu işlerden çok lüzumsuz işlerle doldururdu, lüzumsuzun biriydi işte. (Akşehir - Nisan 2024)