Denize bakıyordu gözleri. Uçsuz bucaksız denize…  Ilık bir bahar akşamının alacasında,  denize bakıyordu gözleri. İki damla yaş eşliğinde...

16 Aralık 1973 yılıydı. Kar altında kaldırımda oturmuş İsmail Hocanın akan kanında boğuluyordu. Siren sesiyle gelen bir Reno hemen önünde durmuş, içinden çıkan iki polisten bir Mehmet’e yaklaşırken diğer İsmail Hocanın cansız bedenine yürüdü. Arkasından başka bir Renodan dört polis indi. Birisi ona yaklaştı. Sonunda bulduk seni dedi.  Polis onu yerden kaldırıp bileğine kelepçeyi taktığında Mehmet yeni geleceğine baktı. Polisle birlikte Renonun arkasına bindi ve gitti. İsmail Hoca, kanı ve pisliği yol kenarında öylece kaldı.

Sorgu odasında onu bulmaktan bahseden polis vardı. Anlat dedi. O da anlattı. En başından Aysel’den başladı. En sonuna geldiğinde “namus diye öldürdüğü kızının namusunu benimle temizledi” dedi. Komiser” nasıl “ diye sordu. O sadece baktı. Polis eşliğinde hastaneye rapor almaya gittiğinde doktor ona soyun dedi. Öylelikle nasılını öğrenmişlerdi.  Mahkemede Abdül Baki olana bitene şahitlik etmişti. Mehmet ondan şikâyetçi olmadığı için polisten bilgi saklamaktan küçük bir ceza aldı. Hasan Hüseyin kayıptı. Diğer iki genç, Şevket ve İsmet cezadan paylarına düşeni almışlardı. 5 yıl verilmişti onlara. Mehmet için taammüden adam öldürmekten 20 yıldan hapis cezası istendi,  hafifletici sebepler göz önünde bulundurularak 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Mahkemeden çıkarken Akif’le göz göze geldi.

“Babam?” diye sordu. Olaydan beri babasından haber alamamıştı. Mahkemeye de gelmeyince merak etmişti.

Akif cevap vermek istediyse de yapamadı.

“Gelirim ben yanına” dedi. Jandarma Mehmet’i kolundan çekiştirerek götürdü. Belki de babası onu artık görmek istemiyordu.

Hapishane günleri başlangıcında günler geçmiyordu. Kapana sıkışmıştı sanki bir avuç havalandırmada alabildiğince nefesi içine çekiyordu. Bir sonraki havalandırma iznine kadar idare edecekti. Taş kesilmişti sanki.  En son ne zaman ağladığını dahi hatırlamıyordu. Babasından haber alsa daha da bir güçlü duracaktı. Görüş günü geldiğinde volta atmaya başladı. Gardiyan her geldiğinde gözlerine bakıyor kendi adı okunmayınca içine bir ağırlık çöküyordu. Öğleye doğru adı söylenince uçarak gitti, görüşe…

Akif gelmişti. Sözünü tutmuştu. Bundan sonra fırsat buldukça gelecek ona çamaşır ve kitap getirecekti. Şimdilik bunları okursun demişti. Bir Hüseyin den bahsetmişti. Onun kaybolduğunu 4. Günü, bulunduğun günün gecesi, Hüseyin, Hayati beyin evinde kalıyordu. Gece bir ara yoklamak için uğradığında Hayati Bey felç geçirdiğini anlamış hemen cankurtaran çağırmıştı. Sol tarafı tutmuyordu.  Ama merak etmesindi, babasını cankurtaranla Ilgına göndermişlerdi. İyi bakılırsa demiş doktor, birkaç yıl yaşar. Yatalak bakıma muhtaç her bir tarafı çürüye çürüye birkaç yıl…

Babasına mektup yazdı. Hiç yazmadığı kadar! Her bir günün acısını çıkarttı. Hasret demedi, mapusluk demedi. Babam dedi, buradan çıkınca dedi, Sen üzülme dedi. Senin gururun olacağım dedi. Derken ağladı. Ağladıkça babasının yüzünü önüne getirip öptü. Mektuplarının hiç birine cevap alamadı.

Hapislik günlerinde kimseyle ters düşmediği için onu severlerdi. Akif’in getirdiği kitaplar hafta dolamadan bitiyordu. Artık Akif de gelmeyecekti. Fakülteyi kazanmış İstanbul’a gidecekti.

 Aradan yıllar geçiyor Mehmet kendini oyalayacak bir şeyler buluyordu. Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretiyordu. Saz çalanı dinliyor yeni türküler söylüyordu. Ne gelen mektuplar için adı geçiyordu ne de görüş günlerinde. Hapisliğini ikinci yılında babasının ölüm haberini almıştı. Gülcan birine küçük bir not yazdırıp göndermişti. Ama o babasına yazmak vazgeçmedi.

1980 darbesinde gelen gençleri gördüğünde içi sızlıyordu. Sağcısıyla solcusuyla bunlar kanları kaynayan delikanlılardı. Her iki tarafta aynı dilde vatan diyordu. Bir vatanı paylaşamıyorlardı. Uyumaya korkanlar geceleri gözlerine tuz basıyor, gecenin bir yarısı koğuştan alınıp götürüyorlardı. Pek geri gelen olmuyordu. Ya hücreye atılıyor ne oldukları bilinmiyordu. Bazen çığlıklarının seslerini duyarlardı. İçeriye gazete gelmediği için gelenlerden dışarısının savaş alanı olduğunu öğreniyorlar, içeride olduklarına şükrediyorlardı.

1985 yılında ocak ayında cezasını doldurup çıktı. Gidecek yeri olmayan Mehmet içeride yaptığı öğretmenlik karşılığı birkaç kuruşuyla İstanbul yollarına düştü. İstanbuld a küçük bir oda tutup fabrikanın birinde işçi olarak çalışmaya başladı. Eski alışkanlığına geri döndü. Pavyon, birahane, meyhane buldu mu affetmiyordu. O pavyonlardan birinde bir kadın masasına geldi. Başını kaldırıp baktığında gözlerine inanamadı.

“Zeliha? Sen ne arıyorsun burada?”

“Zeliha değil şekerim adım Serap? Ee anlat bakalım asıl senin ne işin var bu çukurda? Hani senin şu muntazam geleceğin için pek pespaye burası.”

Mehmet yıllar sonra tanıdık birini bulunca birde bu tanıdık Aysel’i tanıyınca tutundu ona. O da Aysel’in öldüğü gece kaçmış, İstanbul’a gelmiş. Cahil, yalnız tek başına bir kıza İstanbul sokakları acımamış. Şöhret hayalleri kuran birine daha gerçekleri göstermiş. Bir süre birbirlerine tutundular. Arada Zelihan’ın evine gidiyor onda kalıyordu. Onu kendi odasına pek getirmiyordu. Getirilecek bir yer değildi. Bir sedir vardı yatak olarak kullandığı, bir sandalye, bir ayağı kırık masa, birde kırmızı gül desenli krem perde. Daha sonra Mehmet Zeliha’yı sahiplenmeye kalkınca sık sık kavga eder oldular. İş bırak ben sana bakarımlar Zeliha’yı sıkmaya başladı. Bir günün pılını pırtısını toplayı ortalardan kayboldu.

Yıllar geçiyor zaman Mehmet’e acımıyor, Mehmet’te zamana minnet etmiyordu. SSK dan emekli olup bir apartman dairesine taşındı. Burası da o küçük odasından farksızdı. Fazladan bir mutfak, bir tuvalet, bir banyo bir de televizyonu vardı. Alkolden, sigaradan, yalnızlıktan yavaşlamıştı. Arada gidip denize bakıyordu. Ne olurdu geri dönse en başından başlasa, çimenlere uzanıp küçük çobanın hayalleriyle yıkansa. Babası, aslan babası gelse omuzlarını sıvazlayıp “sen benim gururumsun” dese…