Kapıda bekleyen adamın haline acıdı. Cafer bu kalender adamın büyük bir derdi olduğunu biliyordu. Zavallı saatlerdir oğlunu bekliyordu. “Karnı da açtır şimdi ama çaydan başka bir şey yok ki” dedi kendi kendine.  Eline bir bardak çayla yaklaştı. Öyle dalmıştı ki Cafer’in sesini duymamıştı. Çökmüş omzundan tuttu. Başını kaldırınca çayı uzatıp;

“Buyur abey” dedi.

“Sağ olasın kardeş” diye karşılık verdi Hüseyin.

Cafer adamın haline daha bir acımıştı;

“Bekleme istersen abey, geç gelir çocuklar, belki de gelmezler” dedi.

“O ne demek? Okulda kalmıyor mu bunlar?” diye sordu Hüseyin. Sinirlenmiş daha da kötüsü telaşlanmıştı.

“ Elbette okulda kalıyorlar da… Ilgın’lı bir çocuk var, belki bilirsin? Ali, babasının un fabrikası varmış Ilgında. Onun evi varda burada arada hafta sonları onda kalırlar.”

 “Nerede ki bu ev?” diye sordu.

Cafer evi tarif etti.  Hüseyin boş bardağı uzatıp teşekkür etti. Oturmaktan uyuşmuş dizleriyle evin yolunu tuttu. Etli ekmekçi Osman’a girip yukarıda oturan öğrenciler evde mi diye sordu.

“Yoklar olsalardı seslerinden anlardık “ cevabını alınca bir tek etli ekmek söyleyip masanın birine ilişti.  En azından oğlu gelinceye kadar karnını doyuracaktı. Sekiz ay boyunca ne görmüş ne sesini duymuştu. Hiç bu kadar özlediği hatırlamıyordu. İki satırda yazmamıştı. Demek ki dersleri zordu? Yoksa yazardı oğlu…

Yemeğini yedi, üzerine bir çay içti. Ne gelen vardı ne giden. Oturduğu masadan kalktı. Cebinden köstekli saatini çıkardı, vakit epeyce geç olmuş hava karamaya başlamıştı. Burada mı beklemeli, yoksa okula mı gitmeli diye düşünürken kendini okul yolunda yürürken buldu.  Cafer’in yüzünden anladığı kadarıyla hala gelmemişlerdi. Son otobüste kaçmıştı, zaten oğlunu görmeden gitmeye niyeti yoktu.  Hayati Beyin ofisine doğru yürüdü.  Kafası öyle dalgındı ki havanın tamamen karardığının saatin çok geç olduğunun farkında değildi. Ofisin kapını vurdu, açan olmadı. Biraz daha vurup bekledi. Kapatmışlardı. Aklındaki düşüncelerle geri döndü. Lokantada çay içerken sahibi yanına gelmiş, ona kimi beklediği sormuştu. Oda Mehmet’in babası olduğunu söylemişti. Lokantanın kapısında çıkarken adam sıkıntılı bir yüzle kolunu tutmuş;

“Kardeş garibansın belli, oğluna sahip çık… Yolu yol değil” demişti.

Hüseyin nedenini sorunca adam;

“Benden bu kadar, oğluna sor benden uyarması” demişti.

Hüseyin Adamın ne demek istediği anlamamıştı. Ne yapmıştı Mehmet? Yolu yol değil demişti adam. Kim bilir belki de onun oğlundan bahsetmiyordu. Belki de biriyle karıştırmıştı.  Yürüyerek evin oraya varmıştı yine. Hala ışık yoktu, gelmemişlerdi belli. Bugünkü balık halinin orada çay ocağına oturup kendine çay söyledi. Bir taraftan da aynı soru dönüp duruyordu kafasında! Ne yapmıştı oğlu? Gözlerini ufka diken denizci gibiydi, gözü ufukta, bir ışık görse kalkacak inecek karaya…  Çaylar geldi, boşlar gitti gözleri ufukta bekledi, bekledi, bekledi…

“Abi kapatacağız” diyen garsonun yüzüne baktı. Saatini çıkarıp bakıp, gece yarısı olduğunu görünce;

“Baya geç olmuş, kusura bakma kardeş” dedi ve kalkıp gideceği limanı bilememenin verdiği sıkıntıyla yürümeye başladı. Beklide okula gitmişlerdir, uyumuşlardır diye kendini rahatlattı.

Haziran ayının gündüzü sıcak; sıcak olmasına da, gecelerin ayazı insanın içine işler. Bugünde öyle bir soğuk vardı. Sanki evren, sıcağında soğuğunda kendisine bağlı olduğunu kanıtlıyordu.

 Hüseyin rüzgârdan korunmak için ceketinin yakasını dikleştirdi. Omuzlarını yukarıya kaldırdı. Boynunu eğip ceketine sokuldu. Okulun orası karanlığa teslim olmuştu. Anıtın orada bir bank bulup karşısına okulu aldı oturdu. Oturunca soğuğu daha bir hissetti. Ellerini ovuşturdu. Hayatının en uzun gecelerinden biri onu bekliyordu. Ama öyle olmadı, öten baykuşların sesini dinledi, yarasaların havadaki dansını izledi, gözleri okula kaydı. Bir saat sonra yorgunluğa dayanamayarak kendiliğinden kapandı…

 Şafak sökmeden kalktı. Birkaç saat ancak uyumuş olmasına rağmen, soğuktan her yeri uyuşmuş, boynu tutulmuştu. Saatini çıkarıp baktı, saat henüz 04.20. Konya hala uykudaydı. Oturduğu banktan kalktı. Kollarını açıp, gerindi. Uyuşan yerleri karıncalanıyor, boynu ağrıyor, nefes aldıkça sırtında bir şeyler batıyordu. Nereye gideceğini bilmeden yürümeye başladı. Sokağın karşısından geçen, bir üç tekerlekli motor bütün gücüyle bağırarak yanından geçti. Biri daha ekmeğinin peşinde diye düşündü.  Zafer meydanında turlarken, dükkânların kepenklerinin kapalı görünce içi sıkıldı. Bu şehirde bu saatte hayat belirtisi olarak bir kendi, bir kenarda uyuyan kediler, bir de Alaaddinin çayırında bir şeyler koklayarak yemek arayan başıboş köpekler vardı. Bu saate açık olan tek yere: Allah’ın evine gitti. Ferhuniye mahallesinde bulunan Hacıveyiszade Camisi her zaman dikkatini çeker, gözlerini o camiden alamazdı. Ne zaman oradan geçse içerden bir ses kendisini çağırırdı. O da bu çağrıya şimdi kulak verdi. Caminin tarihi konusunda pek bir bilgisi yoktu. 14. ya da 15 yüz yıl da yapıldığını biliyordu. Ona göre tarihi adındaydı.,

“Konya'da Yetişen âlim ve velilerinden olan Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, 1305 Rumi, 1889 Miladi yılında Konya'nın Merkeze bağlı Şatır Köyü'nde dünyaya gelmiş.

Hacı Veyiszade Mustafa Efendi hakkında Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetnamesi’nde, İmam-ı Gazâlî’den naklen şunları söyemiş:

“Cenabı-ı Hak velilerine kırk keramet ihsan buyurmuştur. Bunun yirmisini dünyada, yirmisini de ahrette ihsan eder. Dünyadaki yirmi kerametten birisi, onları yani velileri kalplerin sevgilisi yapmış olmasıdır.”

İşte en büyük ve en önde gelen kerametlerinden birisi, onun herkes tarafından sevilmesi idi. Bu sevgi hâlâ devam etmektedir.

Aslında Hoca Efendi, keramet izharına taraftar olmayan ve ender yetişen büyüklerden birisi idi. Bazen istikbale ait ilginç şeyler söyleyiverince, hemen kendisini toparlar:

“- Sahtekârlar! Beni, keramet izhar ediyor sanmayın, firasetimle söylüyorum.” buyururlardı.

Hacı Mustafa Efendi’nin yüzlerce kerametine şahit olunmuştur. Bizzat dinlediğim ve hiç bir yerde neşredilmeyen bir kerametini, ismi bende mahfuz bir hemşerimiz şöyle anlatır:

“Hayatımda ilk defa boy abdesti almam icap etti, utandığımdan annemden su isteyemedim. O hâlimle işe gittim. İkindiye kadar çalıştım. İkindi namazından sonra, omuzum da ekmek tahtasıyla Aşevi’nin yanında bir bakkala ekmek götürmüştüm. Bu sırada Hacıveyiszade uzaktan göründü. Aşevinin köşesinde oturanlar Hoca’yı ayakta karşılayıp elini öptüler. Hoca’nın elini ben de öptüm. Hoca Efendi bu sırada bana dik dik baktı.
“- Baban sana böyle mi terbiye verdi!” diye hafiften azarladı.

Elimden tuttu ve oradakilerden müsaade isteyip, beni doğru Türbe Hamamı’na götürdü. Belimden yukarısını soydurdu ve bana “Boy Abdesti almasını” bizzat öğretti. Bunu hiç unutamıyorum.

Konya’nın meşhur âşıklarından rahmetli Mehmet Yakıcı bir gün erkenden köyünden bir tulum peynir getirir ve caminin kapısı yanına bırakır. Sabah namazı için camiye girer.

O zamanlar Aziziye Camii’nin önü ihtisap idi. Üretici, elde ettiği peynir, yağ, üzüm gibi malları burada satardı. Merhum Hoca Efendi sabah namazından soma, kısa bir konuşma yaparlardı. Bu konuşmayı da cemaati işrak vaktine kadar oyalayıp onların işrak namazı kılmaları ve o namazın ecrini almalarını sağlamak için, konuşma da bazen uzayıverirdi.

O gün de, sabah namazını kıldıktan sonra, Hoca Efendi, âdeti olduğu üzere vaaza başlar. Mehmet Ağa, ayıp olur diye kalkıp gidemez, aklı hep peynir tulumundadır. İçinden:

“- Hoca konuşmayı çabuk bitirse de, pazar dağılmadan şu peyniri satsam.” diye içinden geçirir.

Konuşma uzadıkça da Mehmet Ağa kıpır kıpır kıpırdamaya başlar. Hoca bunu fark edince, vaazını bırakıp Mehmet Ağa’ya seslenir:

“- Sahtekâr! Biraz daha otur. Peynirin müşterisi hazır, satılacak işte!”

Mehmet Ağa işin sonunu şöyle anlatır:

“- Vaaz bitti, dışarıya çıktım. Bir sürü peynir tuluğu şurada burada yığılı dururken, alıcılar benim tuluğun başına üşüştüler. O peyniri kısa sürede yüksek bir fiyatla sattım.

Hastası olan, çaresiz kalan insanlar da Hocamıza koşarlardı. Gazeteci Mustafa Ataman Bey’den dinlediğim bir hatıra da çok ilgi çekicidir:

Mustafa Ataman Bey’in annesi öldüğü zaman, kız kardeşine bir vehim gelir. Annesinin ölmediğini ve diri diri toprağa gömüldüğünü söyler; yemez içmez ve devamlı feryadı figan eder. Bir türlü ikna edemezler. Doktora götürürler bir faydası olmaz. Ataman Bey, çaresizlik içinde Hoca ‘ya gelir, meseleyi anlatır.

Hoca Efendi:

“- Bir yeni testiye su doldur da gel.” der.

Hoca Efendi, getirilen testideki suyu okur ve söyle tembih eder:

“- Bu sudan içirin, göğsüne de serpiverin.” der.

Hasta, getirilen sudan içer ve göğsüne de bu sudan serperler.

Mustafa Ataman Bey, hayretler içerisinde kalır. Kardeşi anında sakinleşip uyuya kalmıştır. Ve bir daha da, annesinin diri diri toprağa gömüldüğünden söz etmez.

Hoca Efendi’nin buna benzer daha pek çok kerameti vardır. Ama esas olan, O’nun her hâlinin keramet olmasıdır.”

Gözlerinin önünde canlandırdı yaşananları. Şadırvanda abdestini aldı, içeriye girip sabah namazını kıldı. Ellerini yaratana açtı, ağzından ne bir dua ne bir söz çıktı. İki damla yaş aktı gözünden. Yaratan onu anlamıştı. İçindeki feryadı duymuştu. Secdeye vardı. Ne kadar öyle kaldı bilmiyordu. Dışarı çıktığında hava aydınlamış sokaklardan insan sesi geliyordu. Şadırvana oturdu. Ellini yüzünü yıkadı, abdestini tazeledi, besmelesini çekip çıktı.  Zafer meydanına tekrar çıktı. Açık bir çorbacı bulup içeriye girdi. Çayını da içip dışarıya çıktığında Konya uykudan uyanmış esnaf dükkânları açmış, sokaklar da insanlar görünmeye başlamıştı. Batan sırtı, tutulan boynu bir türlü düzelmemiş gittikçe fenalaşıyordu. Okulun oraya vardığında Cafer yerleri süpürüyordu. Onu görünce içeriye girdi sonra da elinde iki bardak çay ile çıkageldi.

“Hayırlı sabahlar abey,” dedi. Adamın yüzündeki yorgunluğu görünce acıyıp içinden Mehmet’e küfür etti. “Benim böyle babam olsa başıma taç yaparım, birde şu soykanın yaptığına bak” dedi.

Hüseyin;

“Hayırlı sabahlar Cafer” diye cevap verdi. Hüseyin bu adamı köydeki, Çoban Ahmet’e benzetiyordu. Ablak yüzlü, şapşal boşboğaz… Ama Allah var Cafer Ahmet’ten yakışıklıydı.

“Geldiler mi?” diye sordu.

“Yok abey, okula gelmediler. Gece arkadaşı geldi. Onlar Aliylen eve geçmişler. Evi bulamadın mı?”

“Buldum” diye söylendi dişlerinin arasında. Gece yarısına kadar bekmiş, gelen giden olmamıştı. Okulda olduğundan neredeyse emindi. Ne yapıyordu oğlu?

“Oğluna sahip çık… Yolu yol değil” diyen o ses yine kafasının içinde dönüyordu. İki yudumda çayını bitirdi. Cafer’e sağ ol deyip düştü yola. Ah şu sırtındaki batmaları olmasaydı.  İkide bir durup nefes alması gerekiyordu. Yinede acele adımlarla yürüdü. Hem telaşlanıyor, başına bir iş mi geldi diye hem de duyduklarından korkuyordu.

Cafer ise bu zavallı adamın arkasında, bir küfür daha salladı Mehmet’e…

Hüseyin evin oraya vardığında geceki halinden farkı yoktu. Perdeler çekili, apartmanda tek yaşayan sanki şu altındaki Etli ekmekçiydi. Ona gidip sormaya çekindi. Kapının yanında dört tane düğme var, ikisinde isim yazıyordu. Hüseyin’in kendi çabalarıyla öğrenmiş olduğu okuması yazmasıyla Ali’nin isminin yazmadığını biliyordu. Bilmediği onlar bu apartmanının neresindeydi, hangi zil onlarındı? Birden arkasından gelen sesle irkildi.

“Gece geç gelmişler. Hatta sabaha karşıymış. Bizim çırak burada uyur o duymuş seslerini. Gece ağır geçmiş zağar.”

Hüseyin sinirle dişlerini sıktı. Ne demek istiyordu bu adam. Tek kelime etmeden çay ocağına geçti.  Öğleden sonra sırtındaki acıdan sonra birde açlığını hissetti. O sırada başında tepsisiyle geçen simitçiden üç simit aldı. Tazelenmiş çayına şekeri attı. Simitçi “Taze gevrek simiiit, simiitçii” diye karşı yola geçti. Hüseyin’in gözü gayriihtiyarî simitçiye takıldı. O sırada yukarıdaki daireden birinin camı açıp simitçiye seslendiği duydu. Son lokması boğazına takıldı. Oğlu o evdeydi. Ses onun sesi, pencereden sarkan yüz onun yüzüydü. Çayını bir dikişte içip, karşı yola geçti bekledi.

Mehmet apartmanın kapısından çıkıp 5 tane simit aldı.  Aldığı simidin birinin ucundan kopararak ağzına attı arkasını döndüğünde babasını gördü.  Bedenini bu kez farklı bir duygu teslim aldı. Korku. Korkuyordu…