Dönüş yolunda yalnızdı. Ali okula bir hafta sonra gelecekti. Otobüs camına kafasını koyup uyumak istediyse de yapamadı. İçinde garip bir hüzün vardı. Aklında sorular… Aysel’i bir daha görmeye hazır mıydı? Ya da hiç görememeye?  Akif iki gün önce okula vardığı için ondan rica etmişti. “Aysel’in evinin oradan geç, eğer görürsen döneceğim günü söyle onunla konuşmak istediğimi söyle” demişti. Birde karnı büyümüş mü haber ver demek istemiş ama susmuştu. Bu kez kendi kendini susturmuştu. Bu ayıbını Akife söyleyememişti. Akif aradığında,  evlerinin perdeleri çekik olduğunu, sokaklarının boş, evin sanki terk edilmiş olduğunu söylerken cevaptan çok soru sormuştu.

Aklına kötü şeyler getirmek yerine belki üvey babasının kardeşine gitmişlerdir diye düşündü. Hep üvey halası Aysel’lere gelirdi Aysel pek sevmezdi, zira kadın annesini bir türlü kabullenememişti. Belki babasının zoruyla gitmiştir dedi. Otobüs Karatay garajına girince içindeki hüzün boğazına kadar sardı.  Hemen çantasını alıp kadınlar çarşısına yöneldi. Çıkrıklar caddesine geldiğinde derin bir nefes alıp Aysel’in evini sokağına döndü.  Ev tıpkı Akif’in dediği gibi perdeler çekilmiş, terk edilmiş gibiydi. Gayri ihtiyari Zeliha’nın evine baktı. Kapılarında birkaç kadın konuşuyordu. İçlerinde Zeliha yoktu. Tam bir yıl önce bu sokaktan geçmiş Aysel pencerede kendine gülümsemişti. O an içinin nasılda ısındığını, sanki kanat takmış gibi okula uçarak gittiğini anımsadı. Kırık bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Bir yıl da neler değişmişti. Aysel’den haber almanın bir yolunu bulmalıydı. Şimdilik en kötüsünü düşünmüyordu. O ve karnındaki bebeği sağ salim karşısına çıkacaktı. O zaman ne yapacak ne edecek ikisine de sahip çıkacaktı. Kaderde Gülcan’ın eline düşmek varsa da varsın olsundu. Onlar iyi olsunda Mehmet okuyup ikisini de alana kadar sabredeceklerdi.

Okula doğru yürümeye devam ederken kafasındaki düşünceleri bir kenara koyup etrafına baktı. Eylül ayının gelmesiyle pek bir şey değişmemiş Konya tıpkı bıraktığı gibiydi.  Hala sıcaktı ama Antalya’nın havasıyla kıyalayınca burası cennetti. Antalya da alamadığı nefeslerin hepsinin acısı çıkartmak istercesine bol bol nefes aldı.

Yollarda her biri ayrı tarafa yürüyen insanlara takıldı gözü. Hepsini acelesi varmış gibiydi. Neyi nereye yetiştiriyorlar acaba diye düşündü. Bunca acele neden? Hepsi işinde gücünde hayat telaşının için de koşturuyorlardı. Bir Mehmet’ti sanki kaybolan. Okulun oraya vardığına durdu. Karşısında duran ankesörlü telefona gözü takıldı. Tereddüt etse de ayakları onu karşıya geçirip kulübeye sokmuştu bile. Bir eli ahizeyi kaldırırken diğer eli babasının numarasını tuşlamıştı. Babası dükkânını kapalı çarşıya taşımış bir de telefon bağlatmıştı.  Telefondan ikinci uyarı sesi geldiğinde karşıdan yorgun bir ses;

“Alo” dedi.

“Baba nasılsın?”

“İyim oğlum” bir an duraksadı şaşkınlığı sesine yansımıştı.” Sen nasılsın?”

“İyim baba. Okula geldim. Haber veriyim dedim.”

“İyi yapmışsın oğlum” kendini bir şey söylemek için zorladığı belli oluyordu.

Babasına kızmaya hakkı var mıydı? Bu duruma kim getirmişti onları? Cümleler bitiverdi. Söylenecek onca şey varken sessizlik sardı. Mehmet babasına içini dökemiyor, Hüseyin de oğluna o bildik baba oğul muhabbetini bir türlü yapamamanın acısıyla yanıyordu.  Mehmet babasına özledim baba gel bile diyemezken gelecek onu ilk kez korkuttu. Aysel’i kaybetmişti ya babasını da kaybederse? İçini ürperdi, vücudunu bir titreme sardı.

“Neyse ben okula gidiyim baba sonra yine ararım.”

“Tamam oğlum. Cumartesi ben gelirim yanına o zaman hasret gideririz.”

İçi huzurla doldu. O söylemese de babası onu duymuştu. O babasını ne olursa olsun kaybetmeyeceğini, bu yaşlı adamın her daim yanında olacağını iliklerine kadar hisseti. Telefonu kapatıp okuluna yöneldi.

Cafer her zaman ki gibi okulun merdivenlerinin başında duruyordu. Mehmet onu görünce başıyla selam verdi. Geçen yıl Cafer’in ona karşı tepkili olduğunu biliyordu. Belki bu tutumundan vazgeçmiştir diye düşündü ama Cafer’in selamın alıp arkasına bakmadan yanından geçip gitmesi durumun hala aynı olduğunu belli etmeye yetmişti. Mehmet üstelemeden içeriye geçti.  Merdivenlerde tek tük öğrenciler vardı. Eski yeni öğrenciler bir bir gelmeye başlamış. Yatakhaneye çıkıp yatağına oturdu. Kimsenin olmaması şansımıydı şansızlığımıydı? Bilmiyordu. Her zaman yalnız olduğunu düşünürdü ama bu hissettiği yalnızlık öte bir şeydi. İçini yiyip bitiren adını bir türlü koyamadığı bir duygu bütün bedenini sarıyordu. Sanki içini küf bağlıyordu.

Yatağını başında duran demir dolabının kilidini açıp birkaç parça eşyasını yerleştirdi. Havlusunu alıp duşun yolunu tuttu.

Bir sonraki gün bir öncekinin hemen hemen aynısıydı. Akif’le edilen yarım ağız sohbetler, yaşamak için yenen yemekler, boş dersler, iç sıkılmaları bir haber alma umudu.  İkinci, üçüncü ve dördüncü günün farkı zamanın aynı fakat hızla geçmesiydi.

Akif’e bir şey anlatmamıştı. Anlatamamıştı ama yaptığı eylemlerle bir şeyleri açık ettiğini biliyordu. Akif zaten arkadaşını bu ketum haline alışıktı. Boğazında onu boğan yumrunun konuşmasına izin vermediğini biliyordu. Pişmanlıkla boğulan gözyaşını bir akıtsa içinin küfü de akacaktı. Belki o zaman bir nebze rahatlar, nefes alabilirdi.

Cuma günü öğleden sonra kendini vurdu yollara. Aysel’in evinin oradan geçti. Ama aynı manzara bu kez onu boğmaya başladı. Gözlerinin yandığını yanaklarının ıslandığını fark edince elinin tersiyle sildi. Neredeydi Aysel? Ayakları amaca hizmet ediyor sarsılan bedenini taşıyordu. Nereye gittiğini anlamayacak halde yürüyordu. Valiliğin oradan sola döndü. Kayalı parkta boş bir bank bulup kendini un çuvalı gibi bıraktı. Bir şeyler yapmalıydı? Bu belirsizlik onu kahretmeye başladı, nereden nasıl haber almalıydı? Zeliha da ortalarda yoktu.  Birden aklına Aysel’in üvey babası geldi. Aysel’i kimseye soramazdı ama üvey babasını sorardı. İkindi namazında camiye gider oradaysa namazını kılıp çıkardı, yoksa müezzine sorardı. Bir yer gittilerse o bilirdi. Saatine baktı daha 1,5 saat vardı.  Parkta oturup beklemeye başladı.  En son ne zaman camiye gittiğini düşündü. Babasıyla her Cuma giderler, ramazanda teraviye giderler, bayram sabahı da erkenden bayram namazına giderlerdi. Camide sırayla cemaatle bayramlaşmayı çok severdi Mehmet. Nerdeyse hepsinden bayram harçlığı alırdı. En son herhalde babasıyla Cuma namazına gitmişti. Okulda Akif mescide sürekli giderdi, cumaları da camiye giderdi. Mehmet ise hiç gitmemişti. Babasıyla birlikte yaptıklarını başkasıyla yapamamıştı.

 Etrafta yine koşturanlar vardı. Banklarda yaşlılar, çocuklu kadınlar oturuyordu. Yaz kış yapraklarını dökmeyen çam ağaçlarının, yıllara meydan okuyan çınar ağaçlarının gölgesinde oturup vakit öldüren insanlar,  iş peşinde koşturanlar, her bir tarafa yayılmış hepsi de hayata ayak uyduruyor, Mehmet sessiz sedasız onları izliyordu. Sokak satıcıları iş başında müşteri çağırıyordu. Ayakkabı boyacısı fırçasını sandığına vuruyor, baloncu, pamuk şekerci çocuklu kadınların önünden geçerken bağırıyor, annelerinin eteklerine sarılan çocuklar bir şeker, balon uğruna ağlıyordu. Çaresiz anneler satıcılara yaklaşınca satıcıların yüzü gülüyor, akşam eve ekmek götürebilmenin aydınlığı çöküyordu.  Kuşlar bile bu ekmek savaşında kendilerine pay çıkarıyordu. Ağaçtan süzülüp dökülen simit kırıntıları, çekirdek tanelerini almak için yere konuyor, etrafındaki insanların, kedilerin, köpeklerin; tehdit olarak gördükleri her canlının, kendilerine zarar verme ihtimaline karşı sürekli tetikte durup kendi nasiplerini alıyorlardı. Başka zaman olsa bu hayat kavgasını görmezdi, yaz kış tüm canlının bir lokma yiyecek uğruna verdiği savaşı anlamazdı. Kendi bir lokma ekmek yerine hepsini istiyordu. Daha fazlasına sahip olmak varken yetinmeyle ilgilenmiyordu. 

İkindi ezanını duyunca kalktı. Geldiği yerden çıkrıkçılar caddesine vardı. Şadırvanda abdestini alıp cemaatin girmesini bekledi. En son Caminin kemerli giriş kapısından girdi. Babası yanında olsa kesin camiye girmeden önce tarihini anlatırdı.

“Kapu Camisi Mevlâna’nın torunlarından postnişin Hasanoğlu Şeyh Hüseyin Çelebi tarafından 1658 yılında yaptırmış. Yapımından bir süre sonra yıkılan camiyi 1811 yılında Konya Müftüsü Seyyid Abdurrahman Efendi yeniden yaptırmış. Ancak cami 1867 yılı yangınında çevresindeki vakıf dükkânları ile birlikte yanmış. Bu olaydan sonra 1868’de cami üçüncü kez yapılmış.”

 Caminin önünde on mermer sütunlu son cemaat yeri bulunuyordu. Son cemaat yerindeki sütunlar birbirlerine yuvarlak kemerlerle bağlanmış, Mihrabı taş minberi ahşaptı. Şerefe ile külah arasında da çini kuşaklara yer verilmiş.

Mehmet cemaatin yanında saf tuttu. Hocaya ayak uydurarak namazını kıldı. Aysel’in üvey babasını bir kez görmüştü. Hafiften kambur, ince uzun yüzlü, göğsüne kadar inen sakaları seyrekti. Sırtında cübbeyle gezerdi, bir ayağı ötekinden kısa olduğu için topallardı. Namazı kıldıran adam o değildi.