Ülkemizin son yıllarda içine çekildiği durum öyle böyle değil. Yönetenler tarafından ortaya konan icraatların bir çoğunun, her Allah’ın günü bizler tarafından eleştirilmeyeceği, mutsuzluk kaynağı olarak görülmeyeceği bir güne uyanmak neredeyse mümkün görünmüyor.
Bu yazıya geçen hafta bu köşeden sizlerle paylaştığım, “Eski Türkiye Özlemi” başlıklı yazının ana fikrinden alıntılar yaparak başlamak istiyorum. Zira geçen haftaki yazının ana fikrini oluşturan o cümleler, bir anlamda içinde bulunduğumuz ülke gerçeklerinin bizleri her Allah’ın günü mutsuzluğa sürüklediği, fakirleştirdiği, yaşanılmaz kaotik bir ortama sürüklediği hakkında ipuçları veriyordu.
“Eski Türkiye Özlemi” yazısında, “...insanoğlu o günlerde, daha ileriye giderek kendini geliştirir, daha müreffeh daha adil daha yaşanılası ortamları bulur/bulacak hayalini kurarken geldiğimiz nokta maalesef bizleri yanılttı. Eski yaşadıklarımızı arar olduk. O yıllarda düşlerini kurduğumuz hayallerin hiç birinin bugünlerde gerçekleşmediğini ve hatta dünyanın, ülkenin çok daha kötü şartlara doğru hızla yol aldığını görmek son derece üzücü.” demiştim.
Bu yazıda ise ülkemizde bu yakınlarda maruz kaldığımız farklı olaylara değineceğim. Başlıkta okuduğunuz “Müthiş Günler” in tabanında yatan gerçekler muhtemelen yazının sonunda ironik kalacaktır. Zira bize dayatılan, yaşamak zorunda bırakıldığımız tüm bu farklı gibi görünen olaylar, aslında tek bir merkezden düğmeye basılmış, tek bir amaca hizmet eden ve ülkeyi adeta kaosa sürükleyen bir ortamın tetikçisi olarak algılanabilir. Ne demek istiyorum; insanımızı bu ülkede yaşamaktan yıldırmak, küstürmek ve hatta fırsatını bulduğu ilk anda ülkesini terk etmek zorunda bırakıldığı bir senaryo kurgulandığını düşünüyorum. Önümüze konulan bu zorunlu senaryonun, oyuncuları olarak bizler, her geçen gün bu kaotik olayları içinde barındıran senaryonun bir başka sahnesini oynamak zorunda kalıyoruz.
Yukarıda bahsi geçen farklı olaylara dönecek olursak; bunlardan birincisi, benimde son derece üstünde durduğum, buradan zaman zaman değinmeye çalıştığım Kültürel Miras konusunda. İkincisi, çocuklarımızın geleceklerini aydınlatma yolunda alacakları eğitimle ilgili seçme sınavında yaşanan olumsuzluklar, üçüncüsü yerleşim yerlerimizde sabotaj ihtimali son derece yüksek görünen bugüne kadar bu boyutta şahit olmadığımız yangınlar, dördüncüsü yine ülkemizde tarım sektöründe emek veren çiftçilerimizin, yetiştiricilerimizin, tarihte eşine rastlanmamış, akıl almaz sıkıntılar, zorluklar içinde boğuşmaları ve her türlü zorluğa rağmen tarımsal üretimden vazgeçmemeleri, beşincisi ise benimde son günlerde fazlasıyla mesai ayırmak zorunda olduğum yerleşim yerlerimizin Kentsel Dönüşüm konusu.
Biliyorsunuz ülkemizin her karışı insanlık tarihi için son derece önemli. Zira binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan farklı kültürlerin harmanlandığı kadim topraklar üzerinde oturuyoruz. Bu denli çeşitli kültürün bir arada yaşadığı ülkemizde bu kültürlerin bize bıraktığı mirası koruyup, kollamak ve hatta gelecek nesillere koruyarak aktarmak birinci vazifemiz olmalı. Bu bağlamda ülkemiz topraklarında yaşamış medeniyetlerin izlerini taşıyan eserlerin sergilendiği adeta dünyaya açılan kapılarımızdan en önemlilerinden biri olan Antalya Arkeoloji Müzesinin; deprem gerçeği, binanın eskidiği, amacına uygun hizmet alınamadığı, ömrünü tamamladığı gibi yaklaşımlar ileri sürülerek kapatılması ve yıkılmak istenmesi yazıda bahsi geçen senaryonun bir versiyonu olsa gerek. Zira bu olayda bize yaşatılan; metazori, halkına, bilimsel çevrelere kısaca konunun taraflarına kulak vermeyen idari bir anlayışla karşı karşıyayız. Oysa süreç yaşanırken, konu hakkında bilimsel çevrelerde benimde katıldığım alternatif çözümler üretildi. Ama ne hikmetse yine katı, zorba, dediğim dedikçi yaklaşımlar neticesinde bu pozitif alternatif çözümlere dönüp bakmıyorlar bile. Benimde katıldığım çözüm neydi derseniz; mevcut binanın, Cumhuriyet tarihimiz içinde bu alanda ödül almış ilk binalardan olması ashabıyla yakın tarihimize saygıdan güçlendirilerek, korunup müze içinde aktif olmasa bile kullanımının sağlanması ve aynı arazide günümüz şartlarına uygun yeni bir müze binasının yapılması idi. Şu sıralar müze, en çok ziyaretçi ağırladığı günler olan, yaz aylarında kapatıldı ve tüm ilgili(halk, bilimsel çevreler, stk lar) kişilerin çözüm önerilerine kulak tıkanarak yıkım gününü bekliyor.
İkinci konu, Milli Eğitim Bakanlığı LGS sınav sonuçlarını açıklarken, sınavda tüm soruları yanıtlayarak tam puan alan öğrenci sayısında rekor kırıldı. Konu hakkında sınav anında soru kitapçıklarının paylaşıldığı yani sınavın güvenliğinin tartışılır olduğu idi.
Üçüncü konu, birçok ilimizi, köylerini etkileyen ve sabotaj sonucu yakıldığı ispatlanan, sadece ormanlarımızı, orada yaşayan tüm canlıları, varlıklarımızı yakmakla kalmayan, ciğerlerimizi dağlayan, görev şehitleri verdiğimiz acı tablo. Benimde ailemin Antalya’da ki yangınlardan etkilendiği bu süreçte başta kentlerimizin içinde korunaklı olduğunu düşündüğümüz değerli ormanlık, ağaçlık bölgelerinde çıkarılan bu yangınlarda yine fazlasıyla “rank kokuları” geliyor maalesef.
Yazının dördüncü konusu olarak ele almaya çalışacağım, ülkemizin tarım üretimi alanında yaşamak zorunda bırakıldığımız kaotik durumu yazmak üzereydim ki, 25 Temmuz Cuma günü saat 15:00 gibi Dursun Solmaz’ın Facebook da 2021 yılı vişne hasadından iki kare fotoğraf ve tarımın bugün ülkemizde geldiği durumu özetleyen paylaşımı çıktı karşıma. Paylaşım, bu yazının ana fikri ile o kadar örtüşüyordu ki. Kayıtsız kalamazdım. Gel bu paylaşımı da yazıya dahil et dedim içimden. Zira Akşehir’imizin evladı olarak, ülkenin tarım alanında geldiği noktayı, dikkate değer bir yorumla paylaşmıştı Dursun kardeşim.
Dursun Solmaz’ın paylaşımı şu şekilde idi,
“ 2021 yılı vişne hasadı sonundan iki kare. Sezon bereketli geçmiş. İşçilerle yüzümüz gülüyor. Son gün bakkalın önüne gidiyoruz. Adetten olmuş dondurma alacağız herkese. Bir iki gün sonra ,şimdilerde pek çoğunun ismini bile hatırlayamadığım emekçi gençleri memleketin kuzeyine fındık bahçelerine uğurlayacağız. Geçen 4 yılın ardından sonra bize kalan
-kaos
-ürünsüzlük
-orman yangınları
Kan ve gözyaşı......”
Tarım alanında ülkemizde yılların yılı çok badireler atlattık. Bu zorluklar hem üreticinin hem de tüketenin belini büktü. Özellikle de üreteni çoğu kez üretmekten geri durdurdu. Sonuçta tarımsal üretimde Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sürekli kan kaybederek geldik. Çok üretici üretmeyi bıraktı. Tıpkı yine geçen hafta değinmeye çalıştığım, “Emeğe Saygı” yazısında olduğu gibi üretmeyi bıraktı, küsüt, kenara çekildi, topraklarını elden çıkardı. Bu bağlamda olan ülke tarımına, olan üretici kadar, tüketiciye oldu.
Ülkemizin her alanında yönetim zaafları ile karşılaştığımız gibi tarım alanında da ne yazık ki içler acısı bir konuma geldik. Bakalım yıllar içinde kötünün kötüsünü yaşamak zorunda bırakılan bizler daha ne yaşayacağız merak ediyorum doğrusu.
Beşinci ve son konu ise benim yılların yılı içinde bulunduğum sektörü ilgilendirdiği için kendi oturduğum binanın “Kentsel Dönüşüm” konusuna el vermem gerektiğini düşündüm ve hiç tereddütsüz, kat maliklerinden görev beklemeksizin kendimi bu konuda vazifeli addederek işe giriştim. Özellikle son 60 günüm bu konuda çalışarak, kafa yorarak, mesai harcayarak geçti. Buraya konuyu taşımamdaki maksat ise tıpkı yukarıda saydığım olaylar gibi konunun sade vatandaşı aşan yine ülkenin idarecilerini sorumlu tutabileceğimiz bir yöne savrulduğunu görmemdendir.
Konuyu açacak olursam, hattı zatında konu, ayrıyeten ele alınması gereken çok özel bir konu. Zira olay bir başına kentlerimizin bina stoğunu yenilemek değil ülkenin güvenlik, ekonomik her türlü alanını ilgilendiren çok kapsamlı bir konu. Daha önceki yazılarımda da değindiğimi anımsıyorum, kentsel dönüşüm konusu ülkemizin adeta devamlılığını ilgilendiren, çok önemli bir konu.
Bir fiil uğraştığım bu altmış gün zarfında gördüm ki devletimiz bir çok konuda olduğu gibi sade vatandaşının yükünü almaktan çok uzak. Onlara söyledikleri, önce binanızın çürük raporunu alın yani binadan karot alın, yıktırın, özel sektörden müteahhit bir firma ile akit yapın ve yürüyüp gidin demekten ibaret. Benim “sat-yapçı” dediğim halk arasında “müteahhit” olarak anılan şahıslarla sözleşme yap ve yürü git denmesinden anladığım ben senin için bir şey yapamam. Sen kendin bu süreci idare edeceksin, hem yoğun bir mesai hem olmayan birikimlerinden gerekirse kredi çekerek özel sektörü zengin edeceksin demenin bir başka açıklaması olarak algılıyorum.
Yukarıda değinmeye çalıştığım bu hayati konunun özellikle içine girince otuz yılı bu sektörün içinde geçen birisi olarak ben bile çaresizliği, çözümsüzlüğü yaşıyorum. Değil ki konunun uzağında ki devletini yanında göremeyen sade vatandaş ne yapsın. Kentsel dönüşüm konusu, eminim ki benim gibi nice insanımızın uykularını kaçırıyor, kafalarını son derece meşgul ediyor. Konuya bu yazıda bu kadarlık değineyim zira yukarıda da yazdığım gibi ayrı bir kaç yazı ile konuyu çok etraflıca ele almam gerektiği muhakkak.
Görüldüğü üzere bahsi geçen konular göstermekte ki son zamanlarda yaşadığımız kaotik olayların sadece beşine değindiğim bu yazıda konular dizi dizi peşimizi bırakmıyor. Akıl sağlığını, beden sağlığını tehdit eden bu kaotik ortamda bizler, yazının başında değindiğim gibi ülkesinden koparılmak istenen bir senaryonun içinde debelenip duruyoruz.
Sonuç: Yazılarımda geleneksel hale getirdiğim sonuç kısmına bu kez içimden bir şey yazmak gelmiyor inanın. Zira bu olayların sonu yok gibi duruyor. Ama durun durun acaba bu “Müthiş Günleri” borçlu olduğumuz, olayları bu hale getiren, ellerimizle seçtiğimiz, ülke yönetimini emanet ettiğimiz, kişileri mi değiştirsek ne ?