“ŞEHİTLERİMİZ, GAZİLERİMİZ, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ VE EMNİYET TEŞKİLATI MENSUPLARIMIZA İTHAFIMIZDIR”

Elbette Türk tarihi, ordumuzun şanlı ve şerefli onlarca yaşanmışlıkları ile kanla yazılmıştır. Bu kutsal tarih, vatan toprağının her karışını, korkusuzca ve mertçe savaşan, kanlarını toprağa akıta akıta şahadete erenlerindir. Bu tarih içinde bugün size anlatacağımız iki konu; İstiklal Harbimizin ilk ve son şehitleri olan Akşehirli Kayıhan Dede ve yine kurtuluşumuzun son şehidi olan Akşehirli Mehmet Çavuş’un yaşadıklarıdır. Akşehirli bu iki yiğidin yaşadıklarını tarihe aktarmak ve okuyucuya ulaştırmak biz yazarlar Mehmet Koç ve Dursun Solmaz için kutsal bir vazifedir.

İSTİKLAL HARBİNİN İLK ŞEHİDİ KAYIHAN DEDE

İstiklal Harbinin ilk şehidi, Akşehirli Kayıhan Dededir. Kayıhan Dedenin şehit oluşuna, Topçu Önyüzbaşı Mustafa Hulusi Efendi’nin tuttuğu günlüklerde rast gelmekteyiz. Mustafa Hulusi Efendi, İstiklal Harbine katılmış ve çeşitli zaman aralıklarında savaşa dair günlükler tutmuştur. Mustafa Hulusi Efendi savaş zamanlarında tuttuğu bu günlükleri ilk kez 1950 yılında, Konya Yeni Meram Gazetesi’nde 3 bölüm halinde tefrika ettirmiştir. Mustafa Hulusi Efendi soyadı kanunundan sonra Altay soyadını almıştır. Onun anlatımıyla İstiklal Harbinin ilk şehidi Kayıhan Dedenin yaşadığı olay ve şehit oluşu şu şekildedir:

“…Askerler yürürlerken asker torununu görmek üzere Bolvadin’e inen bir ihtiyarı dinliyorum. Eber Gölünün şimalindeki dağlardan Emirdağ’ının şark sırtlarındaki yaylalardan o gün, Bolvadin şehrine inmiş biri. Kaynaşan ve koşan askerleri görünce sordu; ‘Bu askerler ve zabitler ne? Hep ayağa kalkmışlar.’ Gözlerini biraz daha açarak ‘Bugün galiba asker seferber, düşman üzerine gitmek için mi hazırlanmışlar? Düşmanı mahvetmek üzere mi hazırlanmışlar? Ben de sizinle birlikte gideyim. İster misiniz önünüzde sizlere rehber olayım?’ diye sordu. İhtiyarın bu sözlerini işiten askerlerden biri kendi kendine biraz yüksek sesle; ‘Çatal çomağın üstüne, iki eli ile abanmış şu ihtiyara bak. Beli iki büklüm olmuş. Beyaz sakalı iki elinin üstüne kaplamış. Haline bakmaz, durumuna bakmaz, ben de cepheye gideceğim diyor’ deyince dikkatimi çeken bu ihtiyara ‘Baba adın nedir?’ dedim. ‘Kayıhan’dır evladım’ diye cevap verdi. Bu arada başka bir asker konuştu: ‘Atalarımızın soyları, sopları, hasep ve nesepleri böyle bellidir. Yürümeye ne hali ne mecali var. Lakin damarlarında Türk kanı var. Kımız aşı ile beslenmiş kanı var. Durmaz kaynar. Ruhunda daima tuğyan var. Nerede bir cenk olursa oraya koşar. Cenksiz geçen yıllar hayatına zehir saçar.’ dedi. Kayıhan Dede heyecanlı ve titrek bir ses ile ‘Bilmem nedendir benim ahu zarım, acep yakın mıdır ki zevalim. Sizi Hüda’ya emanet ettim, merak etmem. Bahtınız açıktır. Ardınızdan hiç gam çekmem’ derken askerler esas yürüyüşe geçmişti. O elinde değneği diz çöküp oturmuştu. Asker, ardı arkası yok geçiyordu. Kayıhan Dede tekrar sordu; ‘Bu bitmek tükenmek bilmeyen geçip giden asker nereye gitmektedir?’ Onun bu sorusuna cevap veren olmadı. O anda gür bir ses işitildi. Ve yüksek sesle üç defa: ‘Türk Askeri, Türk Askeri, Türk Askeri!’ Bu sesi duymayan kalmamıştı. Her asker başını kaldırıp yukarıya baktı. Asker geçiyordu. Top, tüfek sel gibi akıyordu. İhtiyar Kayıhan bu heyecana dayanamadı. O artık hayatın son demlerinde secdedeymiş gibi yere kapanmış vaziyette idi. ‘Vatan sen gidersen biz kalırız sanma, sana can atar da Hak-ü helak oluruz’ diyebildi. Ve hayatının son nefesini; ‘Vatan vatan, cennet kadar güzel vatan’ sözüyle bitirdi. İşte bana göre bu sözlerin sahibi Kayıhan Dede büyük zaferin ilk şehididir. Allah rahmet eyleye. Piyade birliğimizden sonra topçu gurubu askerlerimiz geçiyordu. Toplardan birinin üstünde oturan bir delikanlı birden bire sıçradı ve yerde yatan bu ihtiyarın üstüne ‘Dedem, dedeciğim’ diyerek kapandı. ‘Dede seni yaylada diye düşünürken burada ölmüş buldum. Vatanımı vazifemi yapmak için orduya katıldım. Yaylaya seni görmeye gelemedim. Şimdi beni, senin dışında düşünen, bir anam ve bir de nişanlım kaldı’ diye bağırarak hüngür hüngür ağlıyordu. Yağız, karakaşlı, yavuz delikanlı dedesinin pamuk kadar beyaz sakalını iki elinin arasına aldı. Yüzünü, yüzüne sürdü. Birden bire ceylan çevikliği ile kalktı. Koştu, topundaki yerine oturdu. Cebinden çıkardığı mendili ile yüzünde iz bırakan gözyaşlarını sildi. Çay İstasyonu’na doğru bir sel gibi akıyor, kah dalgalanıyor, kah şahlanıyorduk. Benimle birlikte olan o delikanlıya; “Eh hemşerim, hakkımızı helal edelim. Ölmek var belki dönmek yok. Ben böyle yemin ettim. Ölürsem şehit kalırsam gazi olacağım. Şehit olmak ise benim en büyük için en büyük mertebedir. Ecdadımız severek bu topraklar için kanlarını akıtmışlar. Canlarını vermişlerdir. Ben de onlar gibi mert ve faziletkarane ölmek için gidiyorum. Belki biraz sonra seninle yolumuz ayrılacak. Sen başka tarafa ben başka tarafa gideceğiz. Olur da Akşehir’e akrabalarına mektup yazarsan benden de selam yaz. Ve de ki; Nasreddin Hoca’nın türbesine gittiklerinde benim için de Yasin-i Şerif okusunlar. Belki muradıma ererim’ dedim…”

KURTULUŞ SAVAŞININ SON ŞEHİDİ AKŞEHİRLİ İDİ

19 Mayıs 1919’da vatanın makus talihini yenerek yedi düvel düşmanı denize dökmek için Samsun’a bir güneş gibi Mustafa Kemal Paşa doğmuştu. Böylece başlayan Kurtuluş Savaşı, 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesi ile zaferle sonuçlanmıştı. İşte bu son günde kahpe Yunanın kahpe bir kurşunu ile bir Akşehirli, son şehit olmuştu.
Düşmanı vatandan tamamen temizlemek amacıyla düzenlenecek Büyük Taarruza hazırlık Akşehir’de dokuz ay on gün sürmüştü. Artık Akşehir’den kağnılar Afyon’a doğru harekete geçmişti. Tarih 24 Ağustos 1922 idi. İki gün sonra Türk Ordusu, ulu önder Mustafa Kemal’in önderliğinde işgalci Yunan ordusuna saldırdı. Dört günde Yunanlılar bozguna uğramışlardı. Özellikle Fahreddin Paşa kumandasındaki Türk süvarileri düşmanı şaşkına çevirmişlerdi. Nereden çıktıkları belli olmuyordu. Yunan askerleri kaçacak yer bulamıyorlardı.

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, 1 Eylül 1922 tarihinde Türk ulusunun kaderini değiştiren emrini verir; “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!..” Bu tarihi emrin ardından süvariler bir an önce İzmir’e ulaşmak için düşmanla çatışa çatışa yola koyulurlar. İşte bu süvarilerin en önünde gidenlerden biri de Akşehirli Bekiroğlu Mehmet Çavuş idi. Mehmet Çavuş bir an Başkumandanın (Atatürk’ün) verdiği Akdeniz hedefine ilk ulaşanın kendisi olduğunu düşünmüş ve çok heyecanlanmıştı. Tümeninin en önünde gidiyordu. Arkadan gelen tümeni de kendisine yetişiyor, hep beraber ilerlemeye devam ediyorlardı. Öyle bir gidiyorlardı ki yemek yemeğe dahi vakit bulamıyorlardı. Atların yem yemeden bu yürüyüşe nasıl tahammül ettiklerini hayretle karşılıyorlardı. Süvarilerin at üzerinde kaba etleri yara olmuştu. Fakat bunu aldırış eden tek Türk askeri yoktu. Heyecan içinde bir an evvel İzmir’e kavuşmak istiyorlardı.

9 Eylül 1922 sabahı. Ortalık henüz ağarmaktadır. Sabuncubel’e ilerleyen 2.tümen 4.alayının 2.bölüğünden askerler düşmanın buralardan kaçmış olduğunu görerek derin bir nefes aldı. Sabah güneşinin tatlı ışıkları altında bir tablo gibi beliren güzel İzmir ve önündeki mavi suları ile Ege’de Türk insanını tek rahatsız eden körfezdeki yabancı savaş gemileri idi. İçlerinde Akşehirli Mehmet Çavuş’un olduğu askerler heyecanla İzmir’e doğru gitmek istiyorlardı. Dördüncü Alay Kumandan Vekili Yüzbaşı Şerafeddin Bey, sokaklardan geçerken Yunan evlerinden süvarilerin bir ateşe uğramaması için tedbir olarak sekiz erin ellerinde tüfek, yaya olarak en önde yürümesine karar verdi. Gönüllü bu sekiz erden biri de Akşehirli Mehmet Çavuş idi. Mehmet Çavuş korkusuzca en önde İzmir’e doğru koşuyordu. Halkapınar’dan geçerek Basmahane istikametinde ilerleyeceklerdi. Öndeki yaya sekiz asker Halkapınar köprüsünü geçip Punta’daki Tuzakoğlu Un Fabrikasına yaklaşınca fabrika pencerelerinden ani bir ateşe uğradılar, sekiz askerden dördü yere serildi. Arkadan gelen süvari kuvvetleri fabrikaya girerek Yunan askerlerini imha etmişti.

Yere serilen askerlerin mübarek vücutları birer ok gibi başları İzmir’e doğru yatıyor ve sanki diğer askerlere ‘Durmayın, ilerleyin’ diyordu. Yol kenarına alınan askerlerin üçü hemen oracıkta dördüncüsü de kaldırıldığı hastanede şehit olmuştu. Diğer askerler şehitlere Fatiha okuyarak üzüntüyle yola devam ettiler. Son nefeslerinde “Vatan ve Namus” dedikleri duyulmuştu. İzmir’in kucağına girdikleri anda can veren askerlerin isimleri şöyle idi: Akşehirli Bekiroğlu Mehmet, Antalyalı Ömer oğlu Hakkı (Sarıarslan), Nevşehirli Ahmet oğlu Seyit Mehmet ve İzmirli Bekir oğlu Veyis. İzmir’e ilk olarak girip Kadifekale’ye şanlı Türk bayrağını çekmek isteyen Akşehirli Bekiroğlu Mehmet Çavuş, Kurtuluş Savaşının son şehitlerinden biri olmuştu. Bekiroğlu Mehmet, Akşehir’in Mamureltülhamid (Hamidiye) köyündendi ve 2.tümen 4.alayının 2.bölüğünde çavuş idi.

Kanlarını akıttıkları kutsal vatan toprağına hemen orada defnedildiler. Bu kahramanlarımızın ruhlarını İzmir halkı oracıkta, Halkapınar’da yaptırdığı bir anıt kabirle ölümsüzleştirmiştir. Şehitlerin son sözü olan “Vatan ve Namus” kelimeleri anıta işlendiği için “VATAN NAMUS ANITI” olarak bilinen bu anıt 1927 yılında, Aziz Akyürek’in Belediye Başkanlığı zamanında yapıldı. Yıllar içinde bakımsız kalan anıtın; ilki 1961, ikincisi ise 1996 yılında yeniden düzenlemeleri yapılmıştı. Anıt, 2007 yılında Konak Belediyesi tarafından yapılan iyileştirme çalışması sonucu 18 Mart 2007 tarihinde törenle açılmıştır.

Böylece şehitlik, şehitlerimize yakışan yeni bir görünüm kazanmış oldu. Şehitlikteki “Akşehirli Bekir oğlu Mehmet Çavuş” yazısı da Akşehirlilere haklı bir gurur veriyor.

Not 1- Sözcü Gazetesi’nde Yılmaz Özdil bu şehidin adını “Akşehirli Hakkı” olarak yazmıştır. Bu ad karıştırılmıştır. Doğrusu “Akşehirli Bekiroğlu Mehmet Çavuş” tur.

Not 2- İstiklal Harbimizin ilk şehidi Kayıhan Dede hakkında bilgi veren Doç Dr. Ahmet Atalay’a teşekkür ederiz.

Kaynakçalar: Ahmet Atalay Topçu Mülazım-ı Evvel Mustafa Hulusi Efendi’nin İstiklal Harbi Hatıraları, s,26-27 Çizgi Yayınevi.