Bilal Amcanın, evinin yeşil kapısında bir süre durdum. Son gördüğüm gibi değildi, bazı yerlerin rengi atmış. Bahçeye girdim, Bilal Amcanın gözü gibi baktığı belli olan gülleri solmuş, bahçe çok bakımsız kalmış. Zile bastım, bekledim. Tekrar bastım ama açan kimse yoktu. Hava çok soğuktu, kuru ayaz vardı. Buraya son geldiğimde, tehdit alırken bile dolu olan mahalle bomboştu. Çocukların sesi yoktu. Acaba kahvede birilerini bulabilir miyim diye yürümeye başladım. Bu mahalle için öyle büyük bir kayıp verip, yara almıştım ki; şimdi bomboş olan bu mahalle acaba beni hatırlayacak mı? İşte bu kahvenin önünde durdurmuştum arabayı. Bilal Hocayı sormuştum. Mahalleyi dinlemiş, dertlerine derman olmaya gelmiştim. Şimdi yine Bilal Hocayı soracak, cebimdeki bir avuç toprağı avuçlarına bırakacak;

“Bu kadarım işte, istesem de daha fazlası olamıyorum” diyecektim. Derdime derman arayacaktım. Kahveden içeriye girdim. İşi olanlar gitmiş, birkaç kişi kalmış, tembel tembel çaylarını içiyorlardı.

“Merhaba,”

 Kimseden ses gelmeyince, masalara bir göz attım. Aralarında en yaşlı görünen kır saçlı, sakallı, esmer, olan adama yaklaştım.

“Merhaba, ben bir şey soracaktım.”

“Buyur.”

“Bilal Hoca, onu nerede bulabilirim.”

“Otur hele karşıma. Sen neyi oluyon, Bilal Hocanın? Yüzünde yabancı değil ama çıkaramadım.”

Karşısındaki sandalyeye oturdum.

“Adım Ela, tanıdığıyım diyelim.”

Adam kısık gözlerle beni süzüyor, eliyle kafasını kaşıyıp bir yerden çıkarmaya çalışıyordu. Sonunda aradığını bulmuş bir eda ile;

“Sen şu avukat kız değil misin?”

“Evet.”

 6 yıl geçmiş geçmesine ama bazı şeyler unutulmamış. Tesadüfen Bilal Hocanın yardımcısı, müezzin Halil Hocaya sormuşum. Meğer Çilehanede bana yemek tepsisi veren adamda Halil Hocaymış. Çay söyleyip başladı anlatmaya. Şükran hanım o sıralar hastaymış, çokta sürmemiş, Allah çektirmemiş. Bilal Hoca, Şükran Hanım öldükten sonra kızı Feride ile burada yaşamaya devam etmiş. Feride 3 yıl önce bir doktorla evlenmiş, babasını da emekli olunca yanına almış. Hayırlı evlat yetiştirmiş Bilal Hoca. Şimdi iyilermiş. Emri hak vaki olana kadar Bilal Hoca torunuyla ömrünü mutlu bir şekil de yaşayacakmış. İzmir de sıcak memleketmiş, emeklilik için bundan iyisi can sağlığıymış.

 Halil Hocaya teşekkür edip kalktım. Gülsuyundan çıkıp, nereye gittiğimi bilmeden kafamın içindekilerin eşliğiyle yürüdüm. Deniz kenarına geçtim. Sahil boyunca yürüdüm. Cebimdeki toprağı denize bağışlayıp, yürümeye devam ettim. Sessizlik çöktü içime dışıma, berbat, insanı sağır eden bir sessizlik. Sessizliğimle yürüdüm. Maltepe’den çıktım, yol boyunca yürüdüm. Durduğumda Kadıköy sahilinin vapur ve martı sesleri ve uzaktan gelen bir kemençe sesiyle uyandım. Durdum dinledim. 12 km yürüdüğüm yalnızlığıma küfrettim. Bir sigara yaktım. Dönüp denize baktım. Bir balıkçı teknesinden bana gülümseyen adamı fark ettim.

 

“Rastgele üstad.”

“Hoş geldin kayıp Filozof.”

“ Ne Filozof ama hayat bizi bizden çıkardı, sonumuz sıfır üstadım. Filozofluk mu kaldı…”

“Gel hele, anasonla sökelim içinin küfünü. Bu akşam da soframız da efkâr eşlik etsin bize”

 Üstad, namı değer Kamil Reis: Kamil Reis, hayatta yaşanması gereken ne varsa yaşamış, dünya malından elini eteğini çekmiş, sevdiğinden ayrıldıktan sonra denize âşık olan her insan gibi karaya çıkmaya yemin etmiş. Patronum Enver Bey sayesinde tanışmıştım. Bir gün beni arayıp, Kadıköy sahiline gel demişti. Pazar günü sıcacık yatağımdan kalkıp küfrede küfrede gittim. Bir dosya verdi. “Bu dosya sende Ela” demişti. Stajyerlikten sonra aldığım ilk dosyaydı Kamil Reisin dosyası. Kamil Reisle tanıştırmış, çay ikram etmişlerdi. O gün Kamil Reisin muhabbetine bayılmıştım. Daha sonra aslında Kamil Reisin zengin bir işadamıyken, bir anda iflas ettiğini, karısının bu yüzden onu terk ettiği ve oda balıkçılığa başladığını öğrenmiştim.

Bir gün döner ümidiyle karısından boşanmamış. O gün elimdeki dosyada boşanma dilekçesi vardı. O günden sonra arada Kamil reisi ziyaret etmiştim. Rakı balığın eşsiz tadını buradan başka hiçbir yerde bulamamıştım. Bir gün Zeynep ve Ayşegül’ü getirecektim üstadıma. O, ona üstad dememe kızardı ama o benim için gerçek bir ustaydı. Bana sürekli Filozof derdi, ama yanından bile geçemediğimi bilirdi. Felsefeyle hiç aram yoktu. Gerçi mecazen filozofluk bana uyuyordu ama… 50 li yaşlarda, yaşına göre hala yakışıklı, onun değimiyle zıpkın gibi, ideal bir vücuda sahip, kumral, ela gözleri hep ufuktaydı.

 Tekne bir sağa bir sola yatarken, Kamil Reisin yeni tuttuğu balıkları tavaya atmasını izledim.

“Efkâr hep bizimle üstadım. Ne yapar ne eder bulur sofrada yer kendine…”

“Allah tan sofrada evlat ya soframız yerine içimizi doldursaydı? Ee anlat bakalım, içini niye küf kapladı?”

“Ben farkında olmadan küflenmiş. Efkâr dolmuştur belki içime…”

“Büyüdükçe artar içinin küfü, tüm vücudunu kaplamadan sökersen şanlısın. Yoksa benim gibi bir balıkçı teknesi ile birlikte çürüsün.”

“Nereden başlayayım üstadım. Neresinden başlasam sonu kötü, neresinden tutsam ellerim boş kalıyor.”

“Bir yerden başla evlat, sonu hayırlısı…”

“Galiba en iyisi baştan başlamak, ya da tamamen susup yok saymak.

“Yok saymayı başarabildin mi bu güne kadar?”

“Kendim dışında hiç bir şeyi yok sayamadım.”

“O zaman, en baştan başla evlat…”

“Kendimi çok büyümüş hissediyorum üstadım. Sanki yaşanacak her şeyi yaşamışım, yavaş yavaş sonuma gidiyorum. Bazen de kendimi öyle küçük hissediyorum ki, şu içimdeki şey çok büyük geliyor.”

“Peki, şimdi nasıl hissediyorsun?”

“Bilmiyorum üstadım. Galiba artık uyuştum, hissedemiyorum.”

“Ne kadar küçüksün evlat?”

“Dalgaların vurup da incelettiği bir kum zerresi kadar...”

“Ya tamamen yok olsaydın? Buna da şükür evlat.”

“Halkısın… Durdum denizi dinledim. Döndüm;

“Bana yalnızlığı anlatsana üstadım,

Hani şöyle;

Hani sırılsıklam yalnızlık,

Dibine kadar yalnızlık,

Gecede olsun içinde,

Anason koksun,

Özlemek ne ki üstadım?

Nasıl bir şey ki?

Yalnızken bile hep seninle,

Bakma öyle be üstadım.

Öyle çok özlemedim,

Bana yetecek kadar iste…

Geceleri, gecelerin sabaha ulaşamayacağı kadar…”

 

 

“ Yalnızlık çok şey barındırır insanın içinde evlat;” dedi bardağın içinde kalan rakıyı kafasına dikip bir yudumda içti ve devam etti.

 “Kalbi kapanmışsındır herkese, kalbindekine bile… Yalnızlığını bir şişe şarapla bile paylaşmamışsındır. Mesela; efkârın bile eşlik ettiği bir sofran olmamıştır. İşte sana sırılsıklam yalnızlık evlat. Ya da kapatmışsındır kapılarını herkese; Kalbindeki ile konuşmadan onu yaşamışsındır. Hep gidişine sövmüş, gelmeyişine bozulmuş, şişenin dibine vurmuşsundur. Dibine kadar yalnızsındır. Birde;. Kalbindeki ile yaşayıp, onunla konuşup, onu hayal edip, ona gideceğin günü sabırla beklersin… Gecelerin sonu sabah be evlat, sabahtan başka sığınacak limanı, kaçacak yeri yok.”

“Gece nasıl kokar bilir misin? Gece yorgunluk kokar, uykusuzluk, korku, soğuk, biraz da umut kokar. Gece sabaha ulaşınca ancak fesleğen kokar. Sabahı göremiyorsa gözlerin, gecenin karanlığına takılıp kaldıysan, o zaman sadece hasret kokar.

“Anlaşılan yaran çok derin be evlat; Haydi, kaldır kadehini sevdiklerine değil, kaybettiklerine… “

Rakının tadı yakıp geçerken gözyaşımın sıcaklığını hissetim yanağımda.

“Ben geceleri sağa dönüyorum, sola dönüyorum. Sonra bir bakmışım ona dönüyorum be üstadım.”

“Bakarsın bir sabah o sana döner, elbet bir kapıda sana açılır evlat.”

“Kapıları kim kapattı ki üstadım, Açamayacak kadar yorgun olduğumu görmedi mi bu hayat?”

 O gece Reise ne Zeynep’i anlattım, ne Teyzemi, ne Tarçını… Sadece komutan vardı dilimde, Sabahı görmek istedi gözlerim….

 

 

Hayat bize boş yere vurmuyor,

Takıyor dişlerini boynumuza,

Yavaş yavaş kanımızı emiyor.

Bize bizden başka dost vermiyor,

Yok be üstadım, haksızlık etmeyelim,

Zamanla ağlamamayı da öğretiyor.

Getirdikleri bu,

Götürdüklerinin yanında esamesi okunmuyor.

Tut yüreğimden Üstadım,

Dayanma gücüm beni terk ediyor.

Tut yüreğimden, yine benden bağımsız, benden gidiyor…

 

 

 

 

 

 

 

 Sabah akşamdan kalmalığın acısını yoğun bir baş ağrısıyla çektim. Hemen bir kahve yapıp, arkasından ılık duş aldım. Ayşegül erkenden çıkmış, bana yine hiçbir şey yapmamanın boşluğuyla evimde oturmak kalmıştı. Elime bir kitap alıp, salona oturdum. Telefonda Ayşegül’ün ismini görünce açtım. Sessize ne zaman almıştım hatırlamıyorum.

“Efendim?”

“Alo canım, uyandın mı nasılsın?”

“İyim oturuyorum, sen?”

“Adliyeye gidiyorum bende. Ela sigorta arabanın parasını bankaya yatırmış. İstersen öğleden sonra çıkıp sana bir araba alalım.”

“Olabilir ama işin varsa benim acelem yok.”

“Benim işim yok, öğlen yemek yeriz. Sonrada arabaya bakarız.”

“Tamam canım.”

 Ayşegül kapattıktan sonra, biraz kitaba baktım sonra bıraktım. Malbora Light paketinden bir tane çekip eski dostla eskiye daldım. Kazayı hatırladım. Teyzem ölüme giderken, pencereden bakıp yine ölümü düşünüyordu. Belki de Allah dualarını kabul etmiş, ona da çektirmeden almıştı yanına. Sarhoş bir sürücünün kurbanı değildi teyzem. Allah’ın sevgili kuluydu. Odama gidip, üzerimi değiştirdim. Siyah kot, siyah buluz, siyah deri ceket içimi karartmıyor, yansıtıyordu.

Beyoğlu’nda bir kafe restoran da buluştuk. İçeride oturmuş beni bekliyordu.

“Canım, hoş geldin.”

“Hoş bulduk.”

“Ne yiyelim?”

“Bilmem sen söyle*”

“Tamam. Bu arada akşama kadar işim yok. Araba işini halledince alış verişe gidelim mi?”

“Olabilir. Akşam da ben seni bir yere götüreceğim.”

“Tamam, anlaştık.”

 Ayşegül yemekleri söyledi, arkasında bir de kahve içip çıktık. Önce bir galeriye gittik. Eski arabamın aynısı istedim ama bulamadım. 2012 model Beyaz Dacia Duster aldım. Satış işlemleri falan derken, alış veriş merkezine zaman kalmamıştı. Aslında iyide olmuştu.

“Ee nereye gidiyoruz Ela Hanım?”

“Kadıköy Sahiline.”

“Ne yapacağız orada?”

“Rakı, balı ve sıcacık sohbet… Ne dersin?”

“Allah derim. Ne diyeceğim başka.”

“Tamam, o zaman.”

 Kadıköy sahiline vardığımızda reis tekneyi sahile yanaştırıyordu. Kamil Reis tekenden el sallıyor diğer elinde balıkları gösteriyordu.

“Ooo, ziyafet var. Yaşasın.”

“Sever miydin sen böyle yerleri?”

“Tabi ki Ela ya niye sevmeyeyim? Hem böyle Reislerin hikâyelerini hep merak etmişimdir.”

“Bilseydim daha önceden getirirdim.”

“Bir ara bahsettiğini hatırlıyorum.”

“Evet, bende senin ilgilenmediğini hatırlıyorum.”

“O, o zamandı. Aklımız bir karış havadaydı.”

Kamil reis tekneyi yanaştırdı. Bizde tekneye bindik.

“Kolay gelsin Üstad. “

“Eyvallah Filozof Hanım. Hoş geldiniz.”

“Kısmetin iyiymiş”

“Deniz misafirim olduğunu sezmiş. Bize bereketini göstermiş.” Ayşegül’e döndü;

“Hoş geldin Avukat Hanım.”

“Hoş bulduk Reis.”

 İçeriye geçip küçük tüpü ve tavayı getirdim. Gelirken aldığımız mezeleri Ayşegül sandığın üzerine yerleştirmiş, rakıyı da masanın başköşesine koymuş. Reis balıkları yağın içine bıraktığında cızırtısı dinledik. Sonra rakı servisi, balık ve nereden nereye geldik, nasıl tanıştıklar bitti. Gecenin efkârı çöktü. Meğer ben de sevdanın oturduğu sokakta oturuyormuşum be İbrahim Sadri…

“Ölmek ne ki üstadım?

Asıl mesele ölememek de,

İnce hastalık gibi dağılır her hücrene, içerden çürütür…

Hiçbir ilaç fayda etmez bedene.

Ben ölmekten hiç korkmadım ki üstadım,

Benim korkum onsuz ölememekti.

İşte şimdi bu kadarım.

Bir avuç toprak…

Daha fazlasına izin vermedi hayat.”

“Hayattan yaşamak için izin alma evlat. Onu yaşamasan, o seni yaşatmaz…”

Bir sigara daha yaktım, ufuk çizgisine kadeh kaldırdım.

“Aşk hakkında ne biliyorsun üstadım? Ben bir şey bilmiyorum, bilmediğim için mi yaşayamıyorum. Onun için mi karşısına geçtiğimde tutuluyor, bildiğim her şeyi unutuyorum. Bana aşkı anlatsana üstadım. Bir daha karşıma çıkarsa nasıl durmalıyım. Nasıl gitme demeliyim. Bu kelimeyi nasıl telaffuz etmeliyim ki? İçimde ona ait ne varsa bu kelime anlatsın.”

“Aşkı bilsen de, fark etmez evlat. Aşkı yaşabilmen için aşkın gönlü olması lazım. O bir kıvama gelirse sen istesen de istemesen de yaşamak zorunda kalırsın. Aşk öyle sen istiyorsun diye olmaz. Canı istediğinde, yaşanması gereken zaman da çıkar karşına. Bazen bir bakışta gizlidir aşk, Bazen bir gülüşte… Göze gelir, söze gelir, dile gelir akar gider insanın içine…”

 

“İçime aktı be üstadım ama benim ki dilsiz çıktı. Öyle bir gülüşü var ki üstadım; şair şairliğinden, şiir sözlerinden utanır…”