Sabah erkenden kalktım ,duşumu aldım,bahçeye çıktım.Teyzem henüz kalkmamış. Fırından sıcak ekmek almak için tarçını da alıp yavaş yavaş yürümeye başladım. Kasaba yine her zaman ki gibi sakin,bölge halkı yine tarlalara ve bahçelere gitmiş olmalı.

Sokaklar bomboş kahvehaneler kapalı.Sanki birileri askeri darbe yapmışta sokağa çıkma yasağı var. Zaten ohal (olağan üstü hal bölgesi) bölgesi gibi bir yerdi ,bir de böyle boş olunca daha da sıkıcı oluyordu. Gerçi ben halimden memnundum. Terk edilmiş bir yerde terk edilmişliğin acısını çıkarıyorum.

Fırından iki ekmek alıp çıktım.

"Merhaba"

Kafamı kaldırdım. Tüm yakışıklığı ve bembeyaz dişleri ile gülümseyen komutanı gördüm.

"Merhaba komutanım."

"Nasılsınız Ela Hanım ?"

"Teşekkür ederim. Siz ?"

"Teşekkür ederim,iyim bende"

Kısa bir sessizlik oldu. Daha önceki çıkışımdan dolayı biraz pişmanlık sarmıştı içimi.

"Katil yakalanmış ?"

"Evet yakalandı."

"İtiraf etti mi suçunu?"

"Evet,daha önceden sabıkası varmış zaten. Uzun süre yatar artık."

"Sevindim."

"Bu arada kusura bakmayın sizi de yorduk."

"Sorun değil."

Bu kez uzattığı elini tuttum ve tokalaşıp ayrıldık.

Eve döndüğümde teyzem kalkmış kahvaltıyı hazırlamaya başlamış.

"Günaydın kuzum,ne zaman kalktın sen?"

"Biraz önce."

Çay bardaklarını alıp bahçeye çıktım.Biraz sonra teyzem elinde tavayla geldi.

"Ekmek çok güzel koktu" dedi bir parça koparıp sucuklu yumurtaya daldırdı.

Biraz onu izledim. Onu ne getirmişti buraya bilmiyorum ama neşesine hep hayran kalmışımdır. Kırk yaşında vardı ama hiç göstermezdi. Sarı kısa saçları röfleliydi. Küçük buruna ,kahverengi gözlere ve uzun bir yüze sahipti. Bir yetmiş boyunda , balık etli güzel bir kadındı teyzem.

"Neden daldın?"

"Hiç öylesine.."

"Ela bana burayı gezdirir misin?"

"Buranın pek gezilecek yerleri yok. İstersen bizimle akşam üzeri yürüşlerine katılabilirsin."

"Çok iyi olur ama o hayvanı benden uzak tut."

Teyzemle tarçının yıldızları barışmamıştı. Teyzem ona ters ters bakıyor ,tarçın bunu karşılıksız bırakmıyordu. Sanırım oda benimle yalnızlığa alışmıştı.

Kahvaltıdan sonra günlük ritüellerimizi yapmaya başladık. Ben kitabımı aldım,teyzem elinde gergef nakış işliyor, tarçında gözlerinin altından bize bakıyor. Akşam serinliğinde çıktık. Göl kenarında biraz yürüdük ,sonra toprak yollara geçtik. Teyzem buranın havasına,suyuna,doğasına bayılmıştı.

Akşam olduğunda hüzün çöker derler insanın içine. İnsanının içinde hüzün varsa güneşin batmasına ne gerek var. Teyzemin gördüğü şeyleri bir kez bile fark etmedim şimdiye kadar.

"Ela yarın gelirken fotoğraf makinesini de getirelim."

Eve döndük,çıkmadan önce yemek yediğimiz için tarçın bağlayıp teyzeme iyi geceler dileyip odama geçtim.

Biraz sonra kapı çaldı,teyzem içeriye girdi.

"Bu kadar erken saatte uyumayacaksın değil mi?

"Yorgunum."

"Gönül yorgunluğu dinlenmekle geçer mi?"

(...)

"Konuşmayacak mısın?

(...)

"Peki Ela iyi geceler sana.."

Tezyem çıktıktan sonra kitabımı açtım.

Bir saat sonra aynı sayfada geri kapattım. Kafamı toparlayamıyorum. Teyzeme kötü davrandığım farkındayım. O beni düşünüp buralara kadar gelmiş ,bense Onu kovmaktan beter ediyorum.Aslında bir yakınıma sarılmaya kollarında gevşemeye ,şevkatine ihtiyacım var ama beni bunda alıkoyan şeyler var. Aklıma Zülfü Livaneli'nin kitabında bahsettiği sevgili geldi. Kendisini kollarına bıraktığında,sevgiliden aldığı tüm hazları yaşıyordu. Benimde böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Hikayenin kahramanı sevgilinin kollarında ölüme gidiyordu. Ve Zülfü Livaneli aynı kitabında aşkın ölümcül bir duygu olduğunu vurgulamıştı. Peki ya diğer duygular ,Hepsinin fazlası ölümcül değil midir? Aşk, sevgi,nefret...

Uyku hapımı alıp yatağıma yattım. Eskiden uyumamak için takviye alan ben bu kez uykuyu çağırıyorum.

 

Rüyamdan Zeynep yine dans ediyor bende köşede oturmuş onu izliyordum. O döndükçe kokusu geliyor ben nefes alıyorum. Onu bir daha göremeyeceğimin bilincindeyim. Gözlerimi Ondan ayırmadan izliyorum. Sonra etraf kararıyor,Zeynep'in üzerindeki elbise siyaha dönüyor,yüzündeki gülümseme siliniyordu. Gideceğini anlıyor onun peşinden gitmek için ayaklanıyorum ama nafile çivilendim sanki. Elimi uzatmaya gitme demeye halim yok. Gözyaşlarım yanağımdan yağmur gibi damlarken ,yüzündeki hüzünde boğuluyorum. Zeynep gökyüzüne yükselirken çığlık çığlığa susarak onu izliyorum. Son bir gayretle yerimden kalkıp;

"Zeynep gitme "diye haykırıyorum.

"Zeynep gitme ,beni de götür,ben sensiz yaşamayı beceremem Zeyneppp....

Uyandığımda ter içinde kalmışım. Üzerime bir hırka alıp bahçeye çıktım. Tarçın bu hallerime alışkın olsa da bana acıdığını gözlerinden anlayabiliyorum. Benim için bir şeyler yapma telaşında yine kuyruğunu sallıyor,acı acı havlıyor. Yanına gittim yanağımdan gözyaşlarımı yalayarak sildi.

 

Şafak sökmek üzere. Kasaba ne kadar masum görünüyor. Sanki bir hafta önce bir cinayet işlenmedi burada. Acaba tek uyumayan ben miyim? Acaba şu an herkes mutlu mu? Acaba kadının hayırsız oğlu annesinin arkasında ağladı mı? Babam ;

"Şu evin bacasından da duman çıkıyor,acaba içeride ne yangınlar yanıyor"derdi. Alev alev yanıyorum ama dumanım tütmüyor.

"Gelebilir miyim?"

"Uymadın mı sen?"

"Sesine uyandım."

"Affedersin,seni uyandırmak istemedim."

"Sorun değil,ben seninle susmaya geldim."

Yanımdaki sandalyeyi teyzeme uzattım. Biraz sustuktan sonra;

"İyi değilsin"dedi.

"Gerçekten bilmek istiyor musun?"

"Anlatırsan evet."

"O zaman geceyi bekle."

 

Ben ne Aslı'yım,

Ne Leyla, nede Züleyha.

Ben Şemsi'ni arayan Mevlana'yım

Ben aşkın diğer yanıyım,

En saf haliyim...

 

Ne demişti Mevlana;

"Şems ve ben ,iki ayrı insan değiliz,biriz aslında. Ayın bir karanlık bir de aydınlık yüzü vardır. Şems benim serkeş yüzümdür. O benim asi yanımdır. Kimse görmez ama Onun her isyanında ben varım."

Benim her isyanımda sen varsın Zeynep...