Şehrin ortasında nazar boncuğu gibi bir alan. Bu alana şöyle bir göz attığımızda şehrin sineması gözünüze çarpar. Taştan bir sinema. Değil bu şehirde vilayetlerde bile eşi benzeri olmayan güzel bir sinema.

Sinema bu alanın göz bebeği. Yazlığı var, kışlığı var. Yazlık ve kışlık yan yana. Sadece sinemanın makinisti içeriden film makinesinin yönünü değiştirmesi ile yazlığı, çevirmesiyle kışlık sinemanın filmini oynatıyor. Ne güzel. Ne ala! Bitişiğinde belediye binası var; o da taştan yapı. Yıllarca bu şehrin belediye binası olarak kullanılmış. Onun yanında düğün salonu. Nice mutluluklara, nice güzel anlara tanıklık eden bina; ötesinde şehrin en işlek parkı. Üç güzel bina ve park şehrin nazar boncuğu olan bu alanda.

Yine bu alanın etrafını çevreleyen çeşit çeşit dükkânlar, alanın etrafında müşteri bekleyen faytonlar, küçücük küçücük dükkânlar, mağazalar, pastaneler, biraz ötede kitapçı, daracık bir alana sıkışmış, ayakkabılarımı boyattığım, ayakkabılarımı boyatmaktan çok muhabbetini sevdiğim, muhabbetine hayran olduğum yaşlı boyacı ağabeyim.

Yukarı yolda köşedeki kahvenin camekânına yakın oturduğum, bir sandalyeden alan boydan boya görünüyordu. Günlerden Pazar. Ben gene kahvede, kahve camekânının önündeyim. Bugün benim birazcık olsun dinlenme günüm. Kahveye gelmişim. Çayımı içiyor, alandaki insanları seyrediyorum. Yarım saat öncesine kadar sessiz, cansız olan alan yavaş yavaş hareketleniyor. İnsanlar, bir telaş, bir koşturmaca içerisinde, Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya koşan insanlar. Bir telaş, bir heyecan. Alan yavaş yavaş dolmaya başladı. Bilmem bu Pazar gününde nereye yetişecekler. Pazar günleri bu alan bir başka kalabalık oluyor. Yığın yığın insan. Telaşlılar, telaşsızlar, gençler, ihtiyarlar. Hayatın içinden, ben, sen, biz, siz, onlar… Hep bir telaş, hep bir heyecan. Bir şeylere ulaşma, yetişme gayreti içerisinde. Hep aynıyız. Birbirimizi tanır, birbirimizi tanımayız. Hayat içinde koştururken, yaşarken, yaşadığımızı düşünürken.

Yollar dolmaya başladı. Faytoncular birer ikişer alanı doldurdu. Ekmek parası. Müşteri beklemekteler. Kısa mesafe, uzun mesafe yok. Müşteri olsun. Kiminin parası, kiminin duası.

Parktan bir müzik sesi alana yayılıyor. Ayağı kırık, eski bir masada çayımı içiyorum. Çay ya beş ya on kuruş; lira değil. Gazete okuyorum. İnsanların telaşını izliyorum.

Zaman akıp geçiyor. Parka giren çıkanları, sinema afişlerini hayran hayran izleyen kalabalığı seyrediyorum. Sonra on matinesine sinemaya girmek için bilet sırasına girenleri görüyorum. Kahvenin tahammül edilmez bir gürültüsü, tavla pulu seslerine, bağrış çağırışlara alanı seyredebilmek için katlanıyorum.

Neden sonra yanıma altmış yaşlarında, adının sonradan Mustafa olduğunu öğrendiğim yurt dışından emekli olmuş, gurbetçi Mustafa Ağabey geliyor. Tanışıyoruz. Çay söylüyorum.

-Yirmi beş yıldır yoktum, dedi.

-Hoş geldiniz, dedim.

-Evlât, dedi, burada sinema vardı, nerede?

-Buradaydı, dedim, şimdi yok!

-Ya Belediye Binası?

-Buradaydı, şimdi yok.

-Ya düğün salonu? Dedi.

Çay paralarını masaya bıraktım. Kahveden bomboş bir alana çıktım. Şehrin en büyük caddesi bana yolumu açtım. Amaçsız bir şekilde boş boş yürüdüm.