Kasabanın kahvesinde oturuyoruz. Masadaki arkadaşlar bir sebeple dağıldılar. Sonradan masaya gelen Selim Bey’le beni yalnız bırakıp gittiler.

Selim Bey ile uzaktan tanışırız. Uzaktan uzağa selamlaşırız, öyle bir göz aşinalığımız var birbirimize. Yan yana gelip de iki laf ettiğimiz olmadı. Öyle bir vakit görüşülüp konuşulacak, tesadüf edilecek insanlardan değildi. Uzun boylu, esmer, kara yağız bir genç. Otuz bilemedin otuz beş yaşlarında. Saçları her zaman biryantinli ve taralı. Canti giyimli bir genç düşünün, Sonra da bu gence Ayhan Işık bıyığı kondurun. Selim Bey bu muhitin genci. Kahve ve çevresini bildiği, dolaştığı yerler. Allah var çapkınlığını görmedim, duymadım. Adı gibi halim–selim birisi. Ne kimseye yan gözle baktığı görülmüş, ne takip ettiği, ne kimseye laf attığı duyulmuş, ne kavgası ne gürültüsü duyulmuş, Selim Bey böyle birisi.

“-Çay” dedim.

“-İçelim” dedi.

Birazdan iki çay geldi. Havadan sudan konuştuk. Ben onu birazcık olsun tanımaya, konuşturmaya çalışırken, sorular sorarken;

“-Perihan’ı tanır mısın?” dedi.

“-Hangi Perihan? Dedim. Romalı Perihan mı?”

Güldü.

“-Perihan işte, bu mahalleye yeni taşındılar canım…”

“-Tanıyamadım.” Dedim.

“-Kendisini tanısan, görmüş olsan da senin yüzüne pek bakmaz” dedi

“-Neden bakmasın ki ?” demişim.

“-Bana bir baksana, dedi, uzun boyluyum. Esmerim. Bir bakan bir daha bakıyor, dönüp dönüp bakıyor bana.”

Güleceğim, gülemiyorum.

“-Maşallah yakışıklısın. Perihan’ı merak ettim şimdi…”

“-Perihan sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu güzel bir kız…”

Heyecanla;

“-Eeee! Meraklandırma anlat.”

Çayından bir yudum çekerek;

“-Eeeesiiii dedi.Yolumun üzerinde oturuyorlar. Caminin yanındaki fırının karşısındaki evde. Hani kaç zamandır kiralıktı. Bildin mi? Orada oturuyorlar. Sokaktan geçerken baktım ki ev tutulmuş. Gözüm ilişti. Evlerinin balkonundan bana bakıyor. Yine böyle giyinmişim. Canti. Kız bana bakıyor. Anlamaz mıyım? Anladım tabi. Benimle konuşacak. Alakası var. Nerede görse gözleri bende. Tabi yüz vermiyorum, Sarışınmış, mavi gözlüymüş, uzun boyluymuş. Geç bunları. Isınamadım. Yüz vermiyorum. Vermem. Beğenmedin mi, dünya güzeli olsa boş…”

Anlatıyor da anlatıyordu. Ara sıra da bakıyor ki kendisini Noter gibi tasdikleyip onaylayacağım. Bir anlattıklarına bakıyorum, bir Selim‘e. Ne diyeceğim şimdi. Güleceğim gülemiyorum.

İçtiğimiz çaylar bitiyor.

Selim garsona;

“-İki çay” diyor.

Çaylarımız geliyor. Ne söyleyeceğimi şaşırıyorum. O devam ediyor ; “-Bir gün baktım Perihan yanında genç bir çocukla geziyor. Beni gördüler. Yanım sıra geçtiler. Perihan beni gördü. Aklı sıra beni kıskandıracak. Bana selam verecek, ben de onu göreceğim selam vereceğim. Tabii ki vermedim. Yanında genç çocuk var. Sıkıntı çıkacak, kavga çıkacak. Zaten elimin de ayarı yok. Kodum mu yere yapıştıracağım. Çocuğa yazık olacak. O gün Perihan’ı öyle gördüm. Aslında görmemiş gibi yaptım. Tabi bu tavrım onu çok üzmüş, perişan etmiş, sabahlara kadar uyuyamayarak gözyaşları dökmüştür, döksün. Düşünsene Selim kendisine bakmadı, selamını almadı…”

Selim anlatıyordu. Bense çay içiyor onu dinliyordum. Dışarıda öyle de bir yağmur yağmaya başlamıştı ki “-yağmur” dedim.

“-Evet, yağmur başladı.” Dedi.

Artık kahveden çıkma Selim‘in yanından kurtulma ümitlerimi de yitirmiştim.

Elini omzuna dokundurarak;

“-Dinliyorsun değil mi?” dedi.

Ayıp olmasın diyerek;

“-Dinlenemez olur muyum?” dedim.

Selim devamla ;”-O gün Perihan bana çok kızdı, anladım. Ancak bu kasabada delikanlı bir ben değilim ya! Nasıl söyleyeyim? Perihan güzel kız, güzel kız, ama ben hoşlanmıyorum. İstemiyorum. Yakışıklıysam ne yapayım? Kafayı bana takmış kız. İlle de Selim diyormuş. İlle de Selim!”

“Yok artık!” demişim.

“Öyle” dedi. “Yok artık! Sonra baktım ki benden yüz bulamıyor başka birisiyle nişanlanmış. Tabii benden yüz bulsa benimle nişanlanacak. Evet desem, nişanı bozacak, benimle nişanlanacak. Kancayı bana takacak. Azizim birisini sevmedim mi sevemiyorum işte. Sırf beni kıskandırmak için nişanlandı. Sırf bana inat! Bak azizim bu kızlar böyle. Bende ne buluyorlar anlamıyorum ki. Bana karşı bir ilgileri var. Benden hoşlanan kızı anlamaz mıyım hiç? Andaval mıyım?”

“-Estağfurullah!” diyorum.

“-Benden hoşlanan ilgisi olan, alakası olan kızı anlamaz mıyım? Elbette anlarım. Her kıza yüz verecek olsam.. Ohooo!”

Bu arada çaylarımız yine bitti. Ama yağmur hala dinmedi. Üst üste size çay söyleyen arada bir eliyle omzunuza vurarak “dinliyorsun?” değil mi diye soran birisine siz de nezaketen “dinliyorum” diyerek, bu çaylar da benden olsun diyerek çay söylemez misiniz? Söylersiniz değil mi? Ben de öyle yaptım. İki çay söyledim.

“Bak azizim diyor, Perihan’dan kurtuldum derken bu kez de Fikri Bey’in kızı Naciye ‘yi bilirsin. Naciye de bir ara bana tebelleş oldu. Beni ne zaman görse evlerinin balkonuna çıkıyor, biliyorum perdenin ardından bakar. Olmadı ben geçerken kapının önüne çıkar. Öyle bir kız işte. Bir gün karşıma geçip “-Seni seviyorum Selim!” diye bağıracak, Konu komşu duyacak. Korkuyorum. Yakışıklılık başa dert imiş.”

                “-Hı hııı” diyorum.

                “-Güzel kız, diyor. Güzel kız da bana her yüz veren kızı sevecek olsaydım. Yine bir gün yolum üstü işte. Kapılarının önünden geçerken annesine “çarşıya çıkıyorum anne.” Diye kapının önünden balkondaki annesine bağırıyor. Anne sana söylüyorum, Selim sen anla. Tabi hemen anladım. Tabi yüz vermedim. Daha sonra intihara teşebbüs etti filan dediler.”

                “Naciye’yi bir mimar bir çocuk istemiş de babası vermemiş onun yüzünden intihara teşebbüs etti demişlerdi…”

                “-Sen yine öyle bil. Dedi. Doğrusu benim yüzümdendir. Ben kendisine yüz vermedim…” dedi.

                Yağmur biraz diner gibi oldu. Birkaç kez kalkar gibi oldum. “-Valla olmaz azizim., diyerek kolumdan tutup tutup sandalyeye oturttu. Ardından bir çay,  ardından bir çay daha. Yarım  saat daha çapkınlık maceralarını dinledim. Daha neler anlattı neler. Kasabada onca kız bunu severmiş, bunun aşkından çoğu intihara teşebbüs etmiş. Daha neler neler.

                Yanından zor kalktım. Kendi kendime “Vay vicdansız çapkın vay!” dedim. Selim’den hiç ummazdım; hayretler içerisinde kaldım.