Bir kış sabahı. Kar sepeliyor. Akşehir’de Anıt Alanı’nın karşısında bir iş hanı: Melek Girmez İş Hanı. Meleğin girmediği iş hanı. Anıt Alanı’nın önünden bir girişi var şehrin göbeğinden, bir de İplikçi Camii’nin yanından, iki girişi daha bulunuyor. Arasta’nın yukarısından tuvaletin bulunduğu kısım ile Pervasız Gazetesi’nin yanından yukarı çıkan bir yol daha  etti mi sana toplam dört tane girişi olan bir iş hanı. Dört tarafı girişlerle çevrili bir iş hanı : Melek Girmez İş Hanı. Meleğin girmediği yer. Evet, Akşehirli bu ismi münasip görmüş. İyi de meleğin girmediği bu yerde kahvehaneler,  birahaneler, çay ocağı, ortada büyükçe bir havuz. Pervasız Gazetesi ve gazetenin giriş kapısı.

Birazdan kahvehaneler dolmaya başlayacak, çay ocakları da öylesine. Üşüyerek gelenler birer birer kahvehanedeki yerlerini alacaklar, “demli olsun” sözleri çay ocaklarından, kahvelerden yankılanmaya başlayacaktı.

        Öyle bir kış sabahıydı Akşehir’de. Bir tatlı koşuşturma başlamıştı, her şey akşama eve götürülecek ekmek içindi, ekmek parasıydı, mücadeleydi, koşuşturmaydı hayat. Akşehirli bu iş hanına “Melek Girmez İş Hanı “ demişti ya, belki kahvehanelerin bol olduğu bir  iş hanı olduğu için, işsizliği, tembelliği sevmeyen, çalışkan Akşehir halkı bu ismi uygun görmüştü ya, bundan sonra buraya “Melek İş Hanı” ismi verilse de bu isim artık değişmez, bu sıfat artık bu iş hanından silinmezdi. Artık burası Melek Girmez’di.

        Akşehir halkı iş hanlarına, sokaklarına, caddelerine en güzel isimleri de veren bir halktı. Örneklerle doluydu bu isimler. Kaytanlar Mahallesi, Havva Kadın Sokağı, Nasreddin Hoca Mahallesi ki -bu mahalle Nasreddin Hoca’nın yaşadığı ve doğduğu bir mahalledir-, yine Faytoncu Sabri Sokağı, Öpücük Sokağı, Unuttum Sokağı, Şirin Irmak Sokağı, Çay Mahallesi, İbre… gibi. Bunlar şimdi ilk anda aklıma geliverenler..

        Akşehir halkı biliyordu ki, öyle her görülen sokağa “atmasyon” isim verenlerden değildi. Yoksa, her sokağa “Gül Sokak” “Bülbül Sokak” “Çıkmaz Sokak” gibi atmasyon-tutmasyon sokak isimlerine ancak gülünürdü. Bu sokak isimleri ki takım elbise üzerine yapıştırılmış yama gibi gülünç dururdu, komik dururdu. Aslında, sokak isimleri konulurken de bir komisyon oluşturulmalıydı; yoksa üç – beş kişinin sokaklara “atmasyon- tutmasyon” isim vermeleri ancak gülünç ve komik olurdu.

Yoksa sokak ismi vermeye ne vardı, bakarsın sokağa,  çıkmaz bir sokak mı at kafadan “Çıkmaz Sokak”, sapa bir yerde mi “Kuş uçmaz kervan geçmez sokak”, atmasyon olduktan sonra, sokak ismi koymaya ne var, hele ki o sokağa can verenlerin, o sokakta yaşayanların geçmişini bilmeyenler tarafından konulacak isimler ne kadar da komik olurdu. Böyle bir şehir de ancak “komik sokaklar şehri” olurdu. Komisyon şarttı böyle durumlarda …O sokağa, o caddeye ismi verilmesi gereken insanlar… evet evet tarihimize geçmişten günümüze ışık olanların isimleri…

         Meleğin girmediği, çalışkan Akşehir halkı tarafından bu iş yerine verilen isim de “Melek Girmez İş Hanı”ydı, işte. Akşehir halkı tarafından verilen sokak isimlerini, iş yeri isimlerini  ne çok severim ben. Halktır bu. Halkın önünde bir şey duramaz.  Bu da çok sevdiğim isimlerden birisidir işte. Bak unutuyordum, bir de Faytoncu Sabri Bey Sokağı var. Bunu da Akşehir halkı münasip görmüştür. Faytoncu Sabri’yi yeni yetmeler bilmez. Hele ki yaşı kırk ve kırkbeş olanlar hiç bilmez… Hani derler ya onların fistan giydiği zamanlardır bu zamanlar. Şöyle de söyleyebiliriz. Bilmemek ayıp değil, ama öğrenmemek ayıp, denir ya… Hem bilmeyene, hem öğrenmeyene ne demeli?  “İlim ilim ilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır” sözünü mü söylemeli? Hem bilmeyene, hem öğrenmeyene, hem okumayana ne demeli, “cahal” mı? Hem de bu çağda, tarihi bilmiyorsan, birkaç yaşlı insana gidip öğreneceksin, soracaksın, araştıracaksın… Hele ki şehir tarihi çok önemlidir. Ya ben kime diyorum?             

        Hikâye yazıyorduk değil mi? Nerelere geldik? Neyse lafı fazla uzatıp kabak tadı vermeyelim.

         Yazar: Kısa boylu, saçları üstlerinden dökülmüş, küçük gözleri yerlerinde heyecanlı, kara gözlü, bıyıksız, yetmiş yaşlarında görünür, ufak tefek bir adamdı. Şehrin göbeğindeki Melek Girmez İş Hanı’nın girişinden yavaş adımlarla giriyordu ki zaten bu yaşında da bu normal yürüyüşüydü. Yine elinde o her zamanki çantasıyla, sepeleyen karın altında Çay Mahallesi’ndeki evinden buraya kadar karların gözüne bata çıka gelmiş, odasına girmişti ki, iyice ıslanmış, seyrelen saçlarının üzerine dolan karlarla mahalle aralarında kardan adam yapan çocukların yaptığı küçücük bir kardan adama dönmüştü ki burnu da havuç gibi soğuktan kızarmışı. Çantasını çalışma masasının üzerine attı. Kendi de bir sandalye alıp sobanın başına oturdu. Bir sigara yaktı. Sobayı karıştıran dizgici Fikret ile konuşurken, gazete sahibi de kapıdan içeriye girdi.

Gazeteci de yazarın yaşlarındaydı. Aynı mahallenin çocukları, aynı okulun öğrencileriydi zamanında. Gazeteci, yazara göre uzun boylu, gür kaşlı, kara gözlü, yazara göre biraz daha genç uzunca bir adam.

“Selamünaleyküm” diyerek içeriye girdi; ardından “erkencisin”

“Öyle oldu. Karda kışta zor geldim.”

“Hele gelmişsin ya” derken, kızaran sobanın başında oturuyorlardı.

“Bu ne kardeşim? “ dedi, Yazar.

“Ne oldu yine?”

“Bu yolların hali ne? Belediye uyuyor mu? Sabahtan şu yollar temizlenmez mi? Gelinceye kadar bir hal oldum.”

“Temizlerler, temizlerler..”

“Yazacağım bunu, yazacağım, bu şehre yakışmaz bu.”

“Yaz, yaz.”

Birazdan çaycı  elinde iki tane çayla geldi.

“Çaylar tavşan kanıııı!”

“Biz burada iki kişi miyiz? Neden iki tane getirdin?” dedi, Yazar.

“Pardon ağabey, pardonnnnn! Ben şimdi matbaacı arkadaşa da çayı kapar getiririm…”

O hızla da çıktı.

 

****

 

       Öğleye doğru yavaş yavaş şehri kaplayan karlar erimeye başlamış, belediye çalışanları küreklerle, yolları temizlerken, esnaf da eline geçirdiği küreklerle dükkanlarının önünü temizlemeye başlamıştı.

        Ezan okunuyordu İplikçi Camii’nde.Camii’nin önü namaz kılmaya gelen Akşehirlilerle dolmaya başlamıştı ki, Gazeteci : Haydi dedi, haydi!

        Birlikte camiye gittiler.

       Namazdan sonra gazete dağıtıcısı da gelmişti.

       Gazeteci : Evlat nerede kaldın?

      Dağıtıcı: On yedi yaşlarında bir çocuktu. Yüzlerce gazete. Bu şehrin Sanayisi var, Belediyesi var, Hükümet Konağı var,Adliyesi var, onca esnafı var, postaneye verilecek gazeteleri var..

      Gazeteci gülerek:

      “Sen de haklısın evlat! Sen de… Üşümüşsündür de dur sana bir çay söyleyeyim…”

      Şimdi Gazeteci, Yazar ve Dağıtıcı çocuk ile birlikte üçü oturuyordu.

      Gazeteye elinde bir dosya kağıdı ile birisi girdi.

      Gazeteci ve diğerleri bu elinde dosya kağıdı ile gelen bu kişiyi yeni görüyorlardı.

       İçeriye giren otuz yaşlarındaki bu adam da kimdi? Elindeki dosya kağıdını gazeteciye uzatarak:

            “Bir şiir getirdim…” dedi.

            Yılların tecrübeli gazetecisi, önce şiiri getireni şöyle gözlüklerinin üzerinden bir süzdü, bu da kimdi?

            “Otur hele!”

            “İsmin: Şakir, şiir yazıyorum…”

            Şiiri şöyle bir okudu, yüzüne karşı “bu şiir beş para etmez, “ diyecekti ya, karşısındaki de insandı.

            Kırmamak için : “ Bugünlerde şiire pek yer vermiyoruz gazetemizde… Kusura bakma” dedi.

            Şair cevabını almıştı. Yavaş adımlarla kapıdan çıktı.

            Gazeteci : “Bu ne yahu! Herkes şair olmuş, köşe başında yazıp şiir diye getiriyorlar! Yazdıkları da bir şeye benzese ya, hele bunun yazdığı şiirden başka her şeye benzer…”

            Yazar, Gazeteci’nin moralinin bozulduğunu anlıyor, cebinden bir sigara çıkartıp uzatarak : “Boşverrrr! Diyor, Boşverrrrrr!”

            Gazeteci: “Boşverdim” zaten diyor ya, morali de bozuluyor…

            “ Şiir yazmışmış! “ diyor, “Şiir yazmışmışşşşş!”

 

            ****

           

         Öğleden sonra yine yavaş yavaş kar sepeliyor. Matbaa makinesi yarın çıkacak gazeteler için hazırlanıyor. Harfler eritiliyor, diziliyor. Makine yine her gün olduğu gibi bugün de arıza yapıyor. Dizgici kızıyor, bağırıyor..

         Yarına hazırlanmak var. Haber gelecek mi?

         Yazar masasının başında, sigara üstüne sigara yakıyor. Odanın için duman altı. Neden sonra baş yazı da hazırlanıyor.

         Yarının gazetesi de hazırlandı, fakat ne zorluklarla.

        Gazetecilik, hele ki yazarlık çok zor, sepeleyen karın altında kalmak, belki ölümün kıyısında düşünce üretmek. Bir şeyler verebilmek. Gazetecisiyle, yazarıyla, dizgicisiyle, matbaacısıyla, dağıtıcısıyla, bütün mesleklerden zor bir meslek…

        Melek Girmez İş Hanı’nda gazetecilik..Yıllara meydan okumak, yazmak, okutmak.. zamana, mekana karşı, insanlarla birlikte, bazen fikir ayrılıkları içerisinde, fakat doğru bildiğini söylemek yıllarca…Melek Girmez İş Hanı’nda çalışkan, üretken bir gazetecilik vardı. Bir gazeteci ağabeyimiz, bir yazarımız…

        Bir üzüntüyü yaşattı gazetemiz: Melek Girmez İş Hanı’nda yıllarca gazetecilik yapan, Akşehir’e ilk matbaayı, ilk gazeteyi getiren ağabeyimizi kaybetmiştik. Ardından Akşehirli değerli bir yazarımızı.

        Akşehirli bu hana bu ismi vermişti ya bu handan “iki  melek gibi insan” aramızdan ayrılmıştı.Zordu gazetecilik.. Her zaman mutluluk değildi habercilik, “her zaman kalbimizde yaşayacak iki melek de bizleri bu dünyada yalnız bırakıp, meleklerin yanına gitmiş, meleklerle komşu olmuştu”

        Bana da önce yazması kaldı, ardından bir üzüntü, bir keder…