Bu hikâyeyi şimdiye kadar hiçbir gazetede yayınlatmadım, yayınlatmayı düşünmedim, belki de anlattığım karşımdaki insanların bana inanmayacaklarını düşündüğümden olsa gerek… Belki de bu sıradan bir hikâyeydi; belki de hiç kimsenin anlayamayacağı, bayağı, sıradan olduğuna inandığımdandı... Belki de anlatmaya başladığımda karşımdaki okurlarında bana inanacağı, inanmaya başlayacağından korkmaya başladığım bir hikâye olacaktı. Bu hikâyeyi her hatırladığımda korkuyor, korkularla irkilip rüyalarımdan uyanıyordum. Her gece yattığımda odanın ışıklarını yakarak uyamam belki işe yarıyordu fakat o da bir yere kadardı, fakat sanıldığı gibi değildi. Geceleri oda karanlığını kaplayan ne kadar gölge olduğunu hissetiniz mi? Işıkların yanması bile bir yerde bu gölgeleri alıp götürmüyordu. … ve insan gece karanlığındaki gölgelerin sizi nelerle karşılaştıracağını tahmin bile edememeye zorluyordu.
Bu tahminsizlik de sizi korkunç hayallere sürüklüyordu.
Güdük Mustafa’nın birahanesi kasabanın hemen güneyinde 15.kilometredeydi. Kasaba şehirden uzak berbat bir yerdi. Bu gece birahanenin devamlı müşterileri olarak Mobilyacı Kadir, işsiz Rıza son müşteriler olarak kalmıştı. Birahanede kasanın yanına oturmuşlar, bira içiyorlar, oradan buradan konuşuyorlardı.
Burası Güdük Mustafa’nın birahanesiydi. Akşam olduğu zaman Güdük Mustafa’nın yanında otururlar, onun fikrinden faydalanmaya çalışırlardı, fakat o ahmağın tekiydi. Mobilyacının son zamanlarda işleri çok kötü gidiyordu, Rıza’nın ise çoktandır işi yoktu. Kasaba sıkıntılı günler yaşıyordu.
Mobilyacı Kadir’in otomobili birahaneden yüz metre kadar uzaktaydı. Gecenin ışıkları otomobilin tozlarını parlatıyordu. Rıza’nın gözleri ileriden gelen otomobili fark etti. Gözleri çok keskindi. Gelen otomobil de döküntü bir yetmişlerden kalma Murat olmalıydı ki sesi kulakları tırmalıyor, farları yanmıyordu. Saatte ancak on kilometre hızla ya ilerliyor ya ilerlemiyor, yollarda adeta zikzak çizerek geliyordu. Arabanın sesini ondan başka kimse hissetmemişti.
Rıza:
“Bu içmeden sarhoş olmuş, şu gelene bakın!”
Mustafa:
“Doğru! Hey bu ne yapıyor?”