Şehrin tertemiz havasını Çay Mahallesi’ndeki iki katlı toprak damlı evlerinin penceresinden soluyor, çam kokularını ciğerlerinde hissediyor, güneşin kendisi gibi tembel tembel uyanışını seyrediyordu. Neden sonra Hıdırlık’a doğru baktı Kemal. Alabildiğine derin bir nefes alarak çam kokularını içine çekti. Sonra da bir “Ooohhh!” sesi duyuldu Kemal’den. Ardından derin bir “Ooohhhh!” sesi daha.

Odası yine dağınıktı. Akşamdan okuduğu kitaplar, gazeteler, dergiler odasının dört bir yanına dağılmış, akşamdan içtiği sigaralar kül tablasını izmaritleriyle doldurmuş, biten sigara paketi masanın üzerine buruşturulmuş bir vaziyette atılmıştı. Odasının içinde biraz dolaştı. Gazetelere bir göz attı. Bu sabah canı gazete okumak istemedi. Akşamdan dağınık gazeteleri topladı. Kül tablosunu boşalttı. Kitaplarını masanın üzerinde toplamaya çalıştı. Daha kimseler uyanmadan evin gıcırdayan tahta kapısını anne ve babası duymasın diyerek usulca açarak evden çıktı.

Akşehir’de vakit güz mevsimiydi. Ağaçlar yapraklarını birer ikişer rüzgârla şehre savuruyor, sabahın alaca karanlığında uçuşan her bir yaprak önce çöpçülerin süpürgeleri ve sonra kürekleriyle karşılaşıyordu.

Gördüğü ilk çöpçüye; “Kolay gelsin!” dedi, “kolay gelsin.”

“Sağ ol kardeş! Sağ ol.” diyordu çöpçü, yaprakları süpürürken.

Hıdırlık her hafta sonu olduğu gibi bu hafta sonu da tatilini geçirmek, dinlenmek isteyen insan kalabalığıyla doluydu. Bugün de Hıdırlık’a çoluk çocuk, küçük büyük akın edecekti. Kemal de kendi kendine “Hıdırlık’a gideyim,” diyordu, “Önce Hıdırlık’a!”

Zaman ilerliyordu. Tarifsiz bir neşe doldu içine, bayramın ilk günleri bayramlık elbise giyen çocukların sevinci kaplamıştı yüreğini… Üstelik bugün de tatildi. Hıdırlık’a doğru yürürken, tarifsiz bir sevinç içerisinde bir Akşehir Türküsü tutturmuştu:

Emmiler emmiler vay anam,

Türkmen emmiler vay vay,

Uzun uzun entariler

Salma da yenliler

Bir araya da toplanmışlar

Hep delikanlılar vay vay,

Delikanlılar vay vay.

Bu hayatta dost yüzlerinden, sevgilerden, sevgililerden, ortak sevinçlerden, mutluluklardan, neşeden söz edilen, sazlı sözlü çalınıp söylenen, oyunlar oynanan, eğlenilen, birlikte top oynanan, mangal başında kızartılan mangal keyiflerinin yaşandığı ak şehrin, Akşehir’in güler yüzlü insanlarının buluştuğu Hıdırlık’a doğru yol alıyordu, yine dilinde o Akşehir Türküsü:

Kaleden kaleye vay anam,

Urgan gererler vay vay,

Urganın üstüne de hey anam

Dürüler sererler vay anam

Dürüler sererler

Geline de bir gecede güvey koyarlar.

İbrişim kuşaklı

Salma da yenliler

Hey anam salma da yenliler.

Gün ışırken, güneş uyanırken uyanmış, ne zamandır giymediği siyah takım elbisesini, mavi kazağını da giymiş Hıdırlık yokuşuna doğru, Hıdırlık’ın çam kokan havasını ciğerlerine doğru çekerek yürüyor, tarifsiz bir sevinç içerisinde türküsünü söyleyerek yürüyordu ki karşısında uzun zamandır görmediği arkadaşı Fikret ile karşılaştı.

-Ulan Fikret, sen ha?

-Vay Kemal, sen!

İki arkadaş hemen tokalaşıp kucaklaştılar. Liseden çıktıkları iki yıldan bu yana görüşemiyorlardı. Onlar için büyük bir mutluluk, büyük bir karşılaşmaydı bu. Yıllar sonra karşılaşan iki arkadaşın mutluluğu görülmeye değerdi.

Yirmi yaşlarındaydı Fikret. Uzun boylu, esmer, kara yağız bir delikanlıydı; sakin, uysal bir hali vardı. Fikret; “Kemal” dedi, “Artık evlenmek istiyorum.” Ne düşündüğünü anlamak içinse yüzüne doğru bakıyordu. Kemal:

-İyi edersin, iyi edersin, evleneceğin kızı beğendin mi?

-Evet.

-Güzel mi?

-Evet. Üstelik ona aşığım.

-Kim bu Allah aşkına? Ben tanır mıyım?

-Tanırsın.

-İnsanı meraklandırma, söyle!

Konuşarak Hıdırlık’ın yokuşuna doğru yol alıyorlardı. Yanlarından bir fayton geçti. Çocuklar arkasından tutunmaya çalışıyorlardı. Kemal, biraz önceki sorusunu tekrarlayarak:

-Haydi! İnsanı merakta bırakma söyle kimin kızı, kimlerden?

-Ahmet Bey’in kızı Neriman!

-Fakat Fikret, biliyorsun ki o kızın konuştuğu birkaç erkek arkadaşı var… Üstelik benim bildiğim kadarıyla Neriman biraz havai… Birkaç kez de nişanlandı, nişan bozdu… Bunları sen de biliyorsundur.

-Neriman’ı seviyorum.

-Fikret, yapma gözüm. O kız seni beni sevmez, onun gözü yükseklerde. Zengin kızı Neriman. O en pahalısından elbiseleri, kürkleri, eşarpları, salonlarda dans etmeyi, el ve ayak tırnaklarını boyatmayı sever…

Fikret Kemal’i dinlemiyor, Kemal’in her cümlesinin sonunda da “Ben Neriman’ı seviyorum” diyordu.

Bu arada Hıdırlık’ın başını mısır satıcıları, çekirdekçiler, balon satıcıları tutmuş, annesinin yanındaki bir çocuk balon satıcısının yanına takılıyor, mutlaka bir balon aldıracak, eliyle annesinin elini çekiştiriyor. Salıncaklarda çocuklar sallanıyordu, garsonlarsa iş başında…

Kemal ve Fikret; Hıdırlık’taki dev çınarın altında boş bir sandalyeye oturmuş, Akşehir’i seyrediyorlardı. Gözleri önce Akşehir Devlet Hastanesi’ne takıldı, sonra Akşehir Lisesi’ne, Akşehir Sanayisi’ne, Akşehir Gölü’ne, günden güne artan apartmanlarına, Cumhuriyet İlkokulu’na. Çay Mahallesi’ni, tertemiz asfaltlanmış yollarını uzun uzun seyrettiler. Bu arada çayları da gelmişti. O gün akşama kadar Fikret, Neriman ile ilgili anılarını Kemal’e anlatıyor da anlatıyordu…

Hıdırlık yıllardır yaşadığı güz akşamlarından bir akşamı yaşıyor, çam ağaçlarının kokuları böceklerin seslerine karışıyor, kuş sesleri birbirini izliyor… İki arkadaş doğanın ortasına düşmüş tertemiz havayı ciğerlerinde hissediyorlardı. Hıdırlık’ta gecenin sessizliğini ise çay ocağından gelen Akşehir Türküsü bozuyordu; “Emmiler, emmiler vay anam.”

***

Birkaç gün sonra Anıt Alanı’nın önünde yine iki arkadaş karşılaştılar. Fikret sarhoştu. Hayattan yılmış, yıkılmış bir haldeydi. “Kemal!” dedi, “Kemal sen haklıymışsın dostum. Neriman Hacıağanın oğlu Kadir ile evlendi. İstanbul’a gittiler.”

“Üzülme” dedi Kemal, “Üzülme, bu hayatın sonu değil ya. Ben sana Neriman’ın seninle gönül eğlendirdiğini söylemiştim.” Ağlamaklı bir ses tonuyla:

-Fakat… Fakat ben onu…

O gün de Anıt Alanı’ndan başladıkları yürüyüşe Akşehir Evi’nin önünden İbre Çeşmesi’ne kadar Neriman ile yaşadıkları anılara Kemal’i ortak etmişti. Neriman işte… Daha kimlerle ne anıları vardı, günahı boynuna… Kemal çok üzülmüştü, Fikret’in bu haline. “Ah Fikret ah!” dedi, “Ah Fikret ah!”

Bu olayların üstünden bir yıl kadar geçmişti ki Kemal yine Fikret ile karşılaştı. Bir yıl önceki halinden yüzünde eser yoktu. Yüzü gülüyordu. Bu kez Fikret Kemal’e; “Kemalciğim nasılsın?” dedi. “İyiyim” dedi, “Ya sen?”

-Ben de çok iyiyim. Evlendim. İçki de içmiyorum artık.

-Ya Neriman?

“O mu?” dedi gülerek, “Boşanmış. Daha doğrusu Hacıağa’nın oğlu onu boşamış… Ne o şımarıklığı, ne o hafifliği kalmış…

-Gerçek mi diyorsun?

-Evet!

-Nereden öğrendin?

-Annesi bize gelmiş… Oğlunuz bir ara kızımızı seviyordu, diye…

-İnanamıyorum.

“İster inan ister inanma!” dedi Fikret.

Bu arada da cebinden çıkardığı ucu pamuklu bir sigara yaktı. Öyle neşeli bir hali vardı ki; Anıt Alanı’ndan Güvendik Pastanesi’ne doğru iniyordu. Ve dudaklarında o meşhur Akşehir Türküsü; “Emmiler, emmiler vay anam.”

Kemal ise kendi kendine; “Hayat işte hayat, kimin ne olacağı belli mi bu hayatta?” diyordu.

BİTTİ