Rabbimiz, yarattıklarını farklı, faydalı şekillerde, güzelliklerde ve özelliklerde yaratmıştır. DNA’ larımız, parmak izlerimiz, mizaçlarımız vb. hepsi birbirinden farklı. Bu yaratış biçimi Allah’ın Ahsenül Halik’in (yaratanların en güzeli) isminin tecellisi olarak karşımıza çıkar. "O her şeyi en güzel şekilde yarattı."(Secde, 32/7). O halde kâinatta çirkin olan bir varlık yok.

Mevlana hazretleri der ki, “At sineğine balın kokusu iğrenç gelir.’’ Yani balı iğrenç yapan balın bizatihi kendisi değil, sineğin onu öyle algılamasıdır. Arılar kahve kokusunu hiç sevmezler, yazın bahçede kahvaltı yaparken arılar misafir olurlar soframıza, korkuturlar bizi ya iğnesiyle sokarsa -arı sokmasının birçok faydası varmış- endişesine kapılır arılardan kurtulmak isteriz. Yapılacak iş çok basit: Bir tabağa biraz Türk kahvesi koyun, kahveyi yakın, kahve dumanından hiçbir arı kalmaz sofranızda. Bize türüm türüm kokan kahve, arıların hiç hoşlaşmadığı kokuya sahip, gerçi yediğimiz bal da arının neyi olduğu belli. Biz varlıklardaki güzelliği göremeyince ona çirkin diyoruz. Örnek verecek olursak sinekler. Özellikle yaz aylarında her yerimizi ısıran, kaşındıran, vızır vızır kafa ütüleyen sinekler, elbette birçok hikmet üzerine yaratılmıştır ve günümüz bilimi o hikmetleri gözler önüne sermektedir. Merak eden baksın araştırsın.

Lübnan asıllı düşünür Halil Cibran’ın bir öyküsü vardı güzellik üzerine. Güzel ile çirkin bir gün denizde yüzmeye gitmişler, güzel yüzerken denizde, çirkin sahile çıkmış güzelin elbiselerini giyip kaçmış. İşte o tarihten sonra insanlar güzelle çirkini birbirine karıştırır olmuşlar.

Tolstoy (kitaplarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim), “Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir.’’

Âşık Veysel, “Güzelliğin on para etmez/ Şu bendeki aşk olmasa”

Deleroxiya, “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti.’’

Her insan güzel olmaya çalışır, güzel olabilmek için birçok para harcar, kuaförlere, güzellik salonlarına giderler. Estetik yaptırırlar ama güzelin ne olduğunu bilmezler, güzel nedir? Güzeli güzel yapan faktörler nelerdir? Güzellik objeden mi yoksa onu algılayan sujeden mi kaynaklanır? İşte bu sorular felsefe eğitimini zorunlu kılar.

Güzellik konusuna fazla takılıp kalmayalım, biraz konu dışına çıkar gibi olduk. Toparlarsak cümlemizi, iletişim kurmakta, onları anlamakta zorlandığımız canlarımız olan çocuklarımız farklı mizaçlarda, zekâ türlerinde, fizyolojik donanımlarda yaratılmışlardır. İnsanları algılarken, onlarla iletişim kurmaya çalışırken kendi doğrularımızı algılayış merkezimizin baş faktörü yapmayalım. Herkes biz gibi olmak zorunda değil, farklılıklara, değişimlere açık olalım. ABD’li gazeteci ve yazar Walter Lıppmann, “Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, kimse hiçbir şey düşünmüyor.” demiş, kimseyi kendimize benzetmeye çalışmayalım, çocuklarımız bizim istediğimiz üniversiteleri okumak zorunda değil, yaşam algıları bizden farklı olabilir, herkes doktor, hâkim, savcı ya da çok para kazandıracak mesleklere sahip olmak zorunda değil, rızık noktasında şüphemiz olmasın, Allah zenginliği istediğine, ilmi çalışana vermiyor mu?

“Hüda rezzakı âlemdir rızıksız kul yaratmaz ya.” La Edri

Doğada yaşayan canlılara baktığınız zaman rızık ile çalışmak arasında birebir bir ilişkinin olmadığını görüyoruz. Hayvanlar âleminin en kurnaz hayvanı tilki, çoğunlukla aç gezer, aslan çok güçlüdür fakat elmanın içindeki zayıf bir kurt kadar rahat doyuramaz karnını. Doğada en zayıf varlıklar aslında en iyi karnını doyuranlardır. Mesela bitkileri bazen kıskanırım. Bir çam ağacını düşünün, karnını doyurmak ve ihtiyaçlarını karşılamak için hiç de çaba sarf etmiyor, dikilip duruyor öylece, güneş, su, toprak, topraktaki mineraller, bazı hayvanlar yardımına koşuyor ağacın. Rızık peşinde koşmayan ağaç insanlara ve hayvanlara da birçok yardımlarda bulunuyor, kozaklarıyla semaverde çay pişiriyoruz, gölgesinde serinliyoruz, arılar ballarını yapıyor, hatta çam kozalağı pekmezi akciğerlere ve öksürüğe çok iyi geliyor. İnanmayanlar araştırsın, tecrübeyle sabit.

Ya bebeklere ne demeli? Karınlarını doyurabilmek için ya da ihtiyaçlarını karşılayabilmek için hiçbir şey yapmıyorlar, ağlamaya başladılar mı tüm ev halkı hazır kıta emrinde. Tüm isteklerini annesi severek, öperek, okşayarak yapıyor. Karnı acıktığında ağlaması ve ağzını anasının göğsüne dayaması yetiyor. Gücünüz, zenginliğiniz artıkça sorumluluklarınızda artıyor.

Ben çocuklarımızı başıboş da bırakalım demiyorum, milli ve evrensel değerlerimizi (ahlaki, dini normlar, vatan millet sevgisi, sosyal sorumluluk vb.) tavizsiz olalım, bu konularda yaptırımımız olsun, zaten bu değerlerimizi verebilirsek çocuklarımızı birçok problemi de aşmış oluruz. Haliyle milli ve evrensel değerleri vermek için biz yetişkinler, o değerleri önce kendimiz yaşamalıyız. Bir Çin atasözü der ki, “Öğüt verme örnek ol.’’ Kendi yapmadığımız sorumluluk ve davranışları onlardan bekliyor, yerine getirmediklerinde de eleştiriyor, kızıyor, başka çocuklarla karşılaştırıyor ve en nihayetinde özellikle annelerimiz beddualarda bulunuyorlar.

En meşhur beddualarımız:

“Naha emi seninkiler de sana beş beterini etsin inşallah.”

“Parça parça olasın parçalarına ters bakasın.”

“Seni doğuracağıma taş doğursaydım.”

“Gidişin olsun da dönüşün olmasın.”

“Senin annen olacağıma köpeklerin annesi olsaydım.”

“Allah sana senin gibi bir evlat versin.”

“Siz adam olursanız eşek olur anırırım.”

“Kan kanseri olasın duvar diplerinde sürünesin.”

“Teneşir tahtalarına gelesin inşallah.” Bu beddua annemin en meşhur bedduasıydı. Teneşir tahtasını ben çocukken tebeşir tahtası diye anlar ve anamın bana ceza olarak okula gitmemi ister sanırdım. Teneşir ile tebeşir farklı şeylermiş sonradan öğrendim.

Annelerimiz beddualarını günün koşullarına göre de güncelleyebiliyorlar. “Coronalara gelesin inşallah.”

 Yukarıda da belirttiğim gibi farklı donanımlarda ve en güzel şekilde yaratılmışız, o halde karşılaştırmaya ne hacet. Her insan tek, biricik ve orijinaldir. Bazen bu gerçekleri unutuyor evlatlarımızı başkalarının çocuklarıyla karşılaştırıyoruz.

Doğan Cüceloğlu hocamızın konuyla ilgi çok hoş bir yazısı var. Yorumsuz paylaşarak konuyu sonlandırıyorum:

“Bir insanla etkileşim kurduğun zaman iki seçeneğin var, ya o insanı ‘olduğu gibi kabul edebilirsin’ veya ‘olduğu gibi kabul etmeyebilirsin.’ “  Aslında bu, yalnız insanlarla ilgili değil, nesnelerle ilişkin için de söz konusu.

Örneğin taşla ilişkinde ya taşı “olduğu gibi kabul edersin” ve böylece taşın sert olduğunu anlarsın ve ayağını taşa vurmamaya özen gösterirsin ya da taşı “olduğu gibi kabul etmezsin” ve sert taşa ayağını vurup da canın acıdığında avazın çıktığı kadar bağırır ve taşa küfredersin.

Bunun gibi bir insanı yargılamadan olduğu gibi kabul edersen onunla çatışmaya, çekişmeye girmez, saygı içinde ilişkini sürdürebilirsin. İşbirliği içinde karşılıklı saygı ve kabule dayalı ilişkiler içinde yaratıcı ve üretici olabilirsin.

“Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, kimse hiçbir şey düşünmüyor.” Walter Lıppmann

“Hüda rezzakı âlemdir rızıksız kul yaratmaz ya.” La Edri

Sağlıkla kalın!

Görüş ve eleştirileriniz benim için önemli; [email protected]