Bu dar sokak yıllarca faytonculuk yapmış kişinin adını almıştır: Faytoncu Sabri Sokağı. Bu dar sokakta evler topraktan, köhne, birbirinin üzerine yıkılacakmış gibi durur, saçakları birbirine uzanır. Eski zaman evleri, eskide kalmış evler. Yılların yorgunluğunu taşıyan evler.

Bu sokağın karşısında bulunan Cumhuriyet İlkokulu’ndan durup da bakarsanız; her penceresinde topraktan saksılar gözünüze çarpar. Bu saksılardaki çiçekler ayrı bir güzellik verir bu sokağa. İşte köşedeki Bayram’ın evidir. Namı diğer Mavili. Biraz ötede Yaşar Cenikoğluların evi, onun yanında Gazeteci Ahmet Şener’in evi vardır. Bu çıkmaz sokağın son evi ise bu sokağa ismini vermiş Faytoncu Sabri’nin evidir.

Bu pencerelerin kafesleri arasında kocakarı başları durmadan yolları gözler. Arada da birbirleriyle bağıra çağıra dedikodu yaparlar. Sokak aralarında eli bakraçlı kadınlar, akmayan çeşmelerin çaresi olarak Cumhuriyet İlkokulu’na gider gelirler. Saçı örgülü küçük kızlar okulun yanındaki bakkala doğru, yalın ayak, başıkabak çocuklar da bu daracık sokaklarda su birikintileri arasında misket oynamaya çalışırlar. Böyle bir sokaktır işte Faytoncu Sabri Sokağı…

Takvim yaprakları 1930’ları gösteriyordu. Önce Sultan Dağları karardı, ardı sıra şimşekler çakmaya başladı. Gökyüzü sanırsınız ki bütün yağmuru Akşehir’in üzerine boşaltacaktı. İnsanlar savaştan çıkmış; aç, açık, ümitsizdi fakat hayat devam ediyordu ve devam da edecekti. Dünyada ne varsa bir yerde hayal, bir yerde ümitsizlik ya da aynaya vuran geçmiş yıllar ve ümitlerdi. Fakat ümitsizlik… Ümitsizlik her gönle işlenmişti. Yağmur bardaktan boşanırcasına indi. Yıllardır savaşlarda her ev bir sevdiğini kaybetmişti. Kimi yavuklusunu, kimi babasını, kimi ağabeyini. Kimi elini, kimi ayağını yitirerek gelmişti. Güzelim Akşehir ümitlerle birlikte ümitsizliğin karanlığına bürünmüştü.

Yağmur bu dar sokakta bardaktan boşanırcasına Cumhuriyet İlkokulu’na doğru akıyordu. Akşehir Çayı yağmur sularıyla çoktan taşmış, yollar yağmur sularıyla kaplanmıştı. Şimşek sesleri Tekke deresinden, Sultan Dağları’ndan geliyor, yağmur olanca gücüyle yağıyor, çok uzaklardan tren sesi duyuluyordu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, tren sesini İmaret Camii’nden gelen öğle ezanı sesi bozuyordu; “Allahu ekber! Allahu ekberrrrr!..”

Aşkın, sevginin, ümidin bittiği, her şeyin tamam olduğunu sandığımız, ışıkların bir daha yanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etme zamanının geldiği bir zamanda, mutluluk ve başarının bittiğini sandığımız bir anda yağmur da durmuştu. Böyleydi hayat bir yerde. Böyle olması lazım geliyordu ve böyle de oldu. Akşehir şimdi renkten renge giren bir gökkuşağı ile kaplanmıştı.

                                                                               ***

Faytoncu Sabri’nin evi çıkmaz sokağın sonundaydı. Bu mahalle köklü Akşehirlilerin oturduğu bir mahalleydi. Herkesin herkesi tanıdığı, herkesin herkesi bildiği, gülümsediği, selam verdiği bir sokak Faytoncu Sabri Sokağı. Akşehirliler böyle bilirdi bu mahalleyi. O yıllar Akşehir’in ilk faytonu da Faytoncu Sabri’nin faytonuydu. Onun için bu sokak ismi ile anılırdı. Kolay değil, Akşehir’in ilk faytoncusu olmak. O zamanlar nerede araba, nerede minibüs. Varsa yoksa faytoncu ve faytonu. Öyle de sevilen birisi…

İki oda bir evi vardı. Küçük fakat sevimli. Küçücük pencereleri vardı evinin. Habbaba bu küçük pencerenin kenarına oturmuş, dışarıyı gözlüyordu. Böyle yağmurlu bir gündü yine. Gözleri çok, çok uzaklara gitti. Böyle bir yağmur günüydü yine… Yeni evlenmişti ilk eşiyle. Ali’ydi ismi eşinin. Savaş çıktı dediler. Evliliğinin ilk haftasında Ali’yi askere göndermişti. Yağmurlu bir gündü yine Akşehir’de. Han kapısı gibi kapıdan Ali’yi uğurlarken, Ali ne çok da dönüp dönüp bakmıştı kendisine. Ali’sinin ardından el sallamak, güle güle demek isterdi ya, fakat el de sallayamazdı. Savaştı bu… Habbaba’nın gözleri doldu. Yağan yağmur dinmişti fakat gözyaşları yüreğine akmıştı. Aradan ne kadar zaman geçti, çıkmaz sokağın sonuna kadar gözleri hep Ali’sindeydi. Ali savaşa gidiyordu. Sonra bu da bitti. Donup kaldı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu ya evin kapısını açtı.

Yağmur; yağmur ona hep hüznü ve Ali’yi hatırlatıyordu. Yine böyle pencerenin kenarında yağan yağmurda “Ali’nin Çanakkale’de alnından vurularak şehit düştüğü” haberini almıştı. Gözyaşlarına hakim olamadı. Yıkılmış, olduğu yerde kalmış, sanki bütün vücudu donmuş, toprak damlı ev sanki üzerine yıkılmıştı. Habbaba kendi kendine; “Aman Allah’ım bu nasıl bir savaştır” diye sayıklıyor, savaşa bir türlü akıl erdiremiyordu. Hiçbir millet böyle bir esarete tahammül edemezdi. Akşehir’de Akşehirliler de etmeyecekti. Düşman işgaline Türk Milleti tarihler boyunca tahammül etmemişti, etmeyecekti, eşinin ardından da sadece; “Vatan sağ olsun! Vatan sağ olsun!” diyordu.

                                                                                   ***  

Pencerenin önünde yalnızdı, hayatta yalnız, nefes alırken yalnız, yağmurda yalnızdı. Küçük odasının içinde yalnızlığın ortasında kalmıştı. İkinci eşiydi Sabri. Elli yaşlarında, yüz altmış santim kadar boyuyla hayata karşı devleşen gönlüyle savaşlardan, yıkıntılardan, depremlerden çıkmış, gönlünün yarasını bir türlü kapatamamıştı. Yıllar, bitmeyen savaşlar, yıkılmaya neredeyse yüz tutmuş bu evle birlikte gönlünden de çok şey alıp götürmüştü.

Yağmurdan buharlanan camı sildi. Saatin iki olduğunu saatin çalmasıyla anladı. Saat iki olmuştu, ya Sabri? Aman Allah’ım, ya yağmura tutulduysa? “İnşallah bir şey olmamıştır, inşallah” diye dualar ediyordu. Yerinden doğrulmak istedi ya ayakları uyuşmuştu, oturduğu yerde ayaklarını ovalamaya başladı. Evin içi de soğumuştu. Yağmur, hayalleriyle birlikte evin sıcaklığını da almış, yerine hayalsiz, boş, soğuk bir ev bırakmıştı. Tekrar ayaklarını ovuşturdu. “Tamam işte biraz uyuşukluk gitti” diyerek yerinden doğruldu.

Han kapısı gibi kapı aralandı. Kendisi odanın kapısına gelmeden dış kapının sesi duyulmuş, ardından koşum sesleri, atların kişnemeleri ile kapı açılmış, içeriye faytonları girmişti. Hayatın içi çamur deryasıydı. Kapıdan çıkıp çıkmamakta bir an tereddüt etti. Faytoncu Sabri bütün heybetiyle faytondan inmiş, atların koşumlarını çözüyordu. Fayton ve atlar oldukça ıslanmış, bu arada faytoncu da yağan yağmurdan oldukça ıslanmıştı. Habbaba dışarıya çıkıyordu ki Sabri; “Hanımmm! Hanımmm, sen gelme! Her yer çamur olmuş. Bir de sen ıslanıp çamur olmaaaa!” diye seslendi.

Faytoncunun geldiğini gören çocuklar; Ahmet, Yaşar ve birkaç çocuk daha geldi. Atları ahırın içine koyuyordu ki, çocuklara aldığı simitlerden birer tane verdi. Bu arada da çocukları; “Çocuklar haydi, haydi! Simitlerinizi de aldınız. Bu çamurda gezinmeyin, hasta olursunuzzzz!” diye tatlı dille uyarıp evlerine uğurladı. Çocuklar evlerinin yollarını tuttular. Bu arada güneş şehrin üstünden Akşehir’e gülümsüyor, ışıklarını daha bir güzellikte şehre yayıyor, Faytoncu Sabri büyük bir huşu içerisinde öğle namazını kaza ediyordu.

                                                                                            ***

Yıllar yılları gün kovalar, saniye kovalar gibi kovalıyor. Günler, bu küçük ve dar sokakta sevgi ışıltıları arasında, gönüllerden gönüllere işlentili bir dantela gibi işleniyordu. Geçmişten günümüze gelen sevgili kişilikleri ölümsüzleştiriyordu. Habbaba bu şehrin en sevilen kişiliklerinden birisiydi. Akşehir’de ilk şehit eşlerinden birisi, Akşehir’de Faytoncu Sabri’nin eşi olarak tanınan, isminin Adile olmasına rağmen gönüllere “Habbaba” olarak işlenen Akşehir’in tarihi kişiliklerinden. Şehit eşi. Akşehirlilerin “Habbaba’sı.” Yıllarla birlikte gönüllere işlenen ve günümüze kadar gelen “Habbaba”, unutarak eksildik, unutarak çoğaldık diyeceğim ya, unutmamışız. Unutmak hayattan kopmak demekti. İnsanın insandan, insanın hayattan kaçmasıydı. Kaçamadık. Hatırlamak için harcadığımız çabayı unutmak için hatırlasak da HABBABA’yı unutamadık.

Yıllar sonra, 2011 yılının Kasım ayında Akşehir Evi’nde gezinirken Akşehir’in tanınmış, sevilen, saygı duyulan bu ismi gören bir okur-yazarı olarak bu ismi Akşehir Evi’nde görmek, bir Akşehirli olarak beni duygulandırmış olmalı ki, unutulmayan bir Akşehirliyi “babaannemi” yazmak da bana kaldı… “Habbaba” ismi neler neler de hatırlattı bana, gözlerimden iki damla gözyaşı dua olarak süzüldü; “Habbaba” diye… (AKŞEHİR-2011)