Güzel bir yağmur yağmış. Uzay Sineması’nın girişindeydim. Kestaneci var. Bağırıyor “Kestane kebap!” Beş tane aldım. Kestaneler elimi ısıtıyor. Soyuyorum tek tek. Beş tane kestane lira değil, kaç kuruştu? Ya on ya daha da ucuz. Sinemanın kapısının önünde bir tarafta kestaneci, bir tarafta da Tarkan, Kara Murat, Teksas, Tommiks, Zagor gibi kitapların sergilenerek satıldığı bir bölüm.

Kitaplar sinemanın önünde serili. Okurları da ortaokul, lise öğrencisi gençler. Sanayide çalışan çıraklar. Nereden geldiği bilinmeyen gençler. Hatta okuduğu bu tür kitapları değiş-tokuş yapanlar üste para alıp verenler de var. Gişenin önündeyim. Kestane yiyorum. Sinemanın dış duvarı iki film afişi alacak şekilde oyulmuş. Film afişleri duvarın içirişinde asılı. En güzel, en yeni filmler. Kaç yıl önceydi. Gene bir sinema anısı. Aldı götürdü beni lise yıllarıma. Sinemanın gişesi önündeyim. Yalnızım. Yalnızlığımla birlikteyim. Seksenli yıllar. Tek eğlencemiz sinemalarımız. Uzay Sineması önündeyim. Günlerden Cumartesi. Kütüphaneye ders çalışmaya gitmedim bugün. Benim sinema günüm bugün. Belki izleyeceğim kovboy filminden sonra Güvendik Pastanesi’ne giderim. Şimdilik pastanede Akşehir Çam özü gazozu ile yaş pasta beni beklesin. Şimdi ikinci kestaneyi yemekle meşgulüm. Elimde üç tane kestane kaldı. Üç kestane ve bir film bileti. İçeriye giriyorum. Yukarı balkona çıkmak istiyorum ya kapalı. Salon açılmamış henüz o da kapalı. Bugün güzel bir kovboy filmi izleyeceğim. Lise yıllarım. Sinemaları seviyorum. Sinemalara gideceğim. Derslerimi de bırakmam. Sinemaya gittiğimi kim bilecek? Karanlık sinema salonları daima benim ilgili çekmiştir. Film artistleri, aktrisleri. Birazdan solan açıldı. Salona girdim. Film başlamamış. Salonun orta sıralarından yer seçtim kendime. Bu arada oturdukları koltuklarda gazoz içenleri gördüm, çekirdek çitleyenleri. Birbirlerine leblebi atanları. Sigara içenler vardı. Sonra gong sesi duyuldu. Gelecek haftadan parçalar kondu. Bir macera filmi. Bir aşk filmi. Karate filmi. Ardı ardına gelecek haftanın filmlerinden parçalar. Sonra film başladı. 1966 yapımı bir film: İyi, kötü, çirkin. Başrol oyuncusu: Clınt Eastwood, Eli Wallach, Lee Van Cleef. Karanlık ve büyülü bir salon. Atlar, kovboylar. Kurşun sesleri. Kanun yok. Vuran vurana, kıran kırana. Şimdi başka bir dünyadayım. Akşehir’den uzakta. Öyle bir film müziği var ki son sesi açılmış. Kulakları tırmalamakta. Artık sen kendin değilsindir. Şu atın üzerinde dörtnala giden kovboysun. Oturduğun koltukta değil at sırtındasın. Elinde tabanca. Kötüleri öldüren sensin. Büyülü bir dünyadır burası. Sinemanın ve filmin atmosferine kapılmışsın. Birkaç saat artık ne ders ne ödev ne öğretmen ne anne ve ne baba korkusu vardır.

On dakika film arası. Işıklar yanar. Salona çıkıp, dolaşayım dersin. Bir sigara. Belki bir gazoz. Kestanelerde bitti. Yüzlere bakarsın. Senin gibi lise, ortaokul öğrencileri. Kantinden gazoz alan ortaokul öğrencisi yaşlarında bir çocuk bir elinde gazoz bir elinde Tarkan dergisi var. Şu iki çocuğun ise ellerinde muhtemelen sinema kapısının önünde aldıkları Tommiks çizgi roman kitaplarına bakmaktalar. Tekrar sinemanın gong sesi duyulur. Tekrar salona doğru bir koşturmaca. Bu kez seyircilerden bazıları değişik koltuklara oturdular. Birden salon karardı. Yine kavgalar, patlayan tabancalar, dövüşler, sert sözler. Sonra film bitti. Öğle saatine doğru çıktım. Sokaklar boş. Cumartesileri böyle olur şehir. İnsanın üzerinde atamadığı bir haftanın yorgunluğu çökmüştür. Cuma günü akşamından dinlenmeye başlanmıştır. Hafta içi her gün işe gidilecek. İşe gitmek mecburi. Para kazanmak öyle. Kimi sanayiye. Kimi şehrin içerisine. Şehrin insanı olmak. Çalışmak gerekir. Bir telaş. Bir uğraş içerisinde insanoğlu. Sabahtan kalkar kalkmaz insan işe gitmeden yorgun düşer mi düşer. Sabahtan kalkacaksın. İş yerine giden Akşehir Belediyesi’nin o uzun otobüsüne ya da bir minibüse bineceksin. Artık çarşı mı olur, Akşehir Sanayisi mi? Nerededir iş yeri? Ekmek nerede ise orada. İşe gitmeden yorulmak gibi bir şeydir hayat! Sonra bir gazetelere göz atarsın. Öğrenci olayları. Kavgalar. Cinayetler. Bu gazeteler de bir gün güzel bir şeyler yazmaz mı? Yazmıyor. Kırk yıl önce de şimdi de öyle. Hep can sıkıcı. Benim gördüğüm, yaşadığım, okuduğum. İş yerin yakın mı? Ona bir diyeceğim yok. İşine kalmış. Minibüs yorgunluğu çekmezsin. Yol yorgunluğu nedir bilmezsin. Kalabalıklarda otobüs gelecekti, dolmuş gelecekti sıkıntıların olmaz. Kalabalıklara karışmazsın.

Gene lise yılları. Çok geçtim bu şehrin eğri büğrü sokaklarından. 80’li yıllar. O yıllarda da bir korku vardı içimizde. Korku içinde okula gidip geliyorduk. Sokak aralarından gidiyorduk. Kardeşlik ve sevgi varken korku da vardı. İnsan okuluna giderken korkar mı? Olaylar vardı. Ürkmüştük hayattan. İnsandan arkadaştan korkuyorduk. Her gün gazetelerde öğrenci olayları. Gazeteler okunmuyordu. Hep öğrenci olayları, kavgalar, cinayet haberleri. Bir korku ile yaşıyorduk. Sanki birisi kapımıza geliverecek. Bir kötü haber bizi bulacak. Ne bileyim her an bir kötülük her an bir kötü haber. Her an stres, çöküntü ve ıstırap. Korku ile geçen bir ömür. Her an, her an. İnsan gelecekten umutlu olmalı fakat bir korku var içimizde umut yok. Gazeteleri okumaya, hatta gazeteleri alıp koltuk altında götürmeye korkuyor insan. Korku dört yanımızı kuşatıyordu ve kurtulamıyorduk. Korkularımıza yenik düşüyorduk, umarsızdık. Korkudan korkmamak gerekiyordu, yürüdüm öyle.

Sinemadan çıkıp yürüdüm. Güvendik Pastanesi’ne girecektim; vazgeçtim. Ara sokaklardan geçtim, yine eğri büğrü yollar. Bir köşede durdum. Şirin Irmak Sokağı’nın başındayım. Ne çabuk da Cumhuriyet İlkokulu’nu geçmişim. Dalgın bir yürüyüş olmalı. Şirin Irmak diğer adı ile Ensırmak Sokağı. Tanıdım bu sokağı. Daracık bir sokak. O günlerin anıları aklımdaydı. Biraz ileride Akşehir’in eski belediye başkanlarından Cevdet Köksal’ın evi. Anlatırlardı, dinlerdim. Mahalleli için Şirin Irmak Sokağı o günlerde bir birliktelik, bir imece ruhunun yaşandığı bir sokaktı. Halı yıkanacak, kilim yıkanacak mahallenin kadınları toplaşıverir birlikte halılarını yıkarlardı, Akan ırmak suyu birlikti, beraberlikti, dayanışmaydı, umuttu, sevgiydi. Şirin Irmak Sokağı’ndaki değişim 66. Uluslararası Nasreddin Hoca Şenlikleri’nde kendisini göstermişti. Evlerin o eskiyen dış cepheleri yenilenmiş, rengarenk her ev boyanmıştı. 80’li yıllarda kapatılan ırmak yeniden açılmış, akan ırmak suyu ile hayat yeniden başlamıştı, unutuyordum ayrıca modern aydınlatma lambaları takılmış, sokak adeta eski günlerinin nostaljik güzelliğine yeniden kavuşmuştu. Lise yıllarımdı. Kadınların halı kilim yıkadıklarını görürdüm, Şirin Irmak Sokağı’nın ırmağının üstünün örtülmesi ile bu mahallenin bu şehrin canlılığı da neredeyse öldürülmüştü. O çocuk kahkahalarını taşıyan sokaklar sessizleşmiş, çamaşır yıkayan kadınlar artık evlerinin önüne çıkmaz, halı kilim yıkayamaz olmuş, dostluk, yardımlaşma ve dayanışma da neredeyse bitmişti. Şirin Irmak Sokağı gene alıp götürmüştü beni 80’li lise yıllarıma. Yıllar geçmiş ve yıl 2025 olmuş ve Irmak yeniden gürül gürül akıyordu. Şirin Irmak’ın şimdiki güzelliğine bakıyorum da 66 Nasreddin Hoca Şenliklerinde yenilenmiş Şirin Irmak Sokağı’nı tanımakta zorlanıyorum. Ne güzel olmuş ne ala. Açılışında ırmak suyunda çocukların oynadığı, mahalle sakinlerinin ırmak suyunun uzunluğunda evlerinden çıktığı sohbetler ettikleri Şirin Irmak Sokağında genç, çoluk çocuk, mahalleli sesleri duyuluyor. Yıllar öncesinden günümüze bir serinlik ve hatıra olarak tekrar akıyordu.

Yürüdüm şehre doğru. İmaret Camisi’ni geçtim. Kızılay Aşevi birazcık ötesinde küçücük bir berber dükkânı. Kendimi Enver Ağabeyin berber dükkânında buluyorum. Anılar bir türlü yakamı bırakmıyor bugün benim, gene bir anı: İlkokul yıllarım. Berber Enver’in dükkanını önünden at arabaları geçiyor. Yanında tuzcu dükkanları. Bir köşesinden Arasta’ya gidiyorsun. Ötede beş altı at arabası. Ekmek derdinde arabacılar, iş bekliyorlar. Berber dükkanından biraz aşağı inince etli ekmekçi Hulusi Abi’nin etli ekmek dükkânı. Yanında uncu dükkânı, helvacı. Tuhafiyeciler. Zücaciye dükkânı. Anılarım aldı beni yıllar öncesi Enver Ağabeyimin dükkanına götürdü. Küçücük sevimli bir dükkân. İki yönü cam olunca dışarıdan geçenlere bakıyorum. Herkes paltolu. Ben de paltomu çıkarttım, giriş kapısının yanında askıya astım. Cumhuriyet ilkokuluna gidiyorum. Babam tıraşa getirdi. Ben berber koltuğundayım, babam yan koltuğa oturdu. İlkokul yıllarım. Öyle uzun saçla okula gitmek yasak. Saç kontrolü, tırnak kontrolü olurdu. Sonra ortaokulda, lise de de saç kontrolü vardı. Saç kestirme alışkanlığını ilkokulda kazanmıştım. İstersen kestirme. Müdür veya yardımcısı okul kapısına girişte elinde makasla dururdu. Kontrole alırdı saçları. Uzun mu? Berberden önce saçın önünden, yanından ve hatta ortasından kısaltırdı. Artık istersen kestirme. Ben saçlarımı kestirince kendimi daha bir güzel görür kendimi daha bir beğenirdim, çocukluk işte. Gençliğimde de böyle oldu. Birazcık uzayınca saçlarım sanki beni bunaltıyor, sıkıyor gibi gelirdi. Kestirdiğimde kendimi daha bir şık, yakışıklı olduğumu sanırdım. Ortaokul, lise yıllarında saç kestirmek zorunlu. Bir de sanki genç kızlar daha çok beğeniyor gibi gelirdi bana. Tabi Enver Abinin saç kesiminde ustalığı da bir başka. Bir el başımı yana çevirdi. Şimdi saçımın sağ tarafından kulağımın üstüne gelen saçlarımın kesilecek, favoriler kısaltılacaktı. Tanımadığım bir kişiyi görüyordum aynada. Yıllarla birlikte yüzüm değişmişti. Saçlarım açılmış, biraz da dökülmeye yüz tutmuştu. Nasıl dalmışım geçmişe bilmiyorum ki elindeki Pervasız Gazetesi’ni uzatan bir kişi: “Müdür Bey” dedi bir ses, “beni de yazar mısın?” Anıt Alanı’nda bir berberdi kendisi, uzaktan tanırım, sanırım bir kez de tıraşa gitmişliğim vardı, “Yazarım, bir gün de berberlerle ilgili bir şey yazarım.” dedim. “Yazılarınızı sürekli okuyorum, çok güzel konulara değiniyorsunuz.” Dedi. Aslında daha çok şeyler anlattı, teşekkür ettim. Berber olduğunu bildiğim bir esnaf. Yazılarımdan tanımış, okumuş. Benim yazılarımı okuyan bir berber. Ya başkaları? Neler düşündüler hakkımda. Ya da sizin hakkınızda? Nasıl bir izlenim bıraktık, bizi bilenlerde, tanıyanlarda, çevremizdekilere. Günler aylar geçer böyle. Bir berber dükkânı Enver Berber’den Anıt Alanındaki bir başka berbere, aynalarda geçen zaman, aynalarda geçen ömür. İlkokul yıllarından, ortaokul, lise, birkaç üniversite, değişmeyen hiçbir şey yok gibi. Dükkânlar, evler, insanlar her şey değişmiş. Aynalarda fark ettim, yüzümüzdeki çizgiler, arkadaşlıklar dostluklar, sevgiler değişmiş. Ne çok sevilmeyecek, değer verilmeyecek insanları sevmiş, değer vermişiz. Ne boş gereksiz kişilerle zaman harcamışız. Yanlış kişileri sevmiş, çıkmaz sokaklara sapmışız. Bugün Cumartesi Akşehir’de berber dükkânları bugün açık. Ya yarın? Kapalı! Niye, neden? Bilmem, kapalı. Mutlaka bir bildikleri vardır. O kadar da önemli değil. Ben de gider bugünden tıraşımı olurum. Kime gitsem? Enver Ağabeye mi? Tanır mı beni yıllar öncesinden ilkokul yıllarından kendisine gelen öğrenci müşterisini? Zaman ne çabuk geçiyor. Yıllar uçup geçmiş. Yaşadım fakat yaşamamış gibiyim. Bir insan kırk yıl öncesine gider mi? Zaman çarkları bu kadar geriye döner mi? Berberden çıktım. Hava çok sıcak. Geniş bir asfaltta yürüyorum. Yabancı bir yerdeyim sanki. Akşehir ne çok değişmiş, ben, sen, o…değişmişiz. Bir berber aynasında kalmış gençliğim, çocukluğum, anılarım. Sonrasında bir türkü tutturmuşum kendi kendime “Getir berber getir de aynayı getir / Ak gerdan altına da al beni yatır/ Amman amman berberim amman/ Mis kokuyor ellerin amman.

Kolumdaki saate baktım. Saat beşe geliyordu. İmaret Cami’nden akşam ezanı okunuyordu. Berberden çıktım. Yürüdüm. Akşam işten dönen insanlar arasındaki kalabalıkta. Yürüdüm öyle. Kızılay Aşevinin önünden geçtim. Bir köprüden geçtim. Nasreddin Hoca’mızın kazanını temsil eden dünyanın en büyük kazanına ve Nasreddin Hoca’nın dünyaya mal olmuş o fıkralarını anlatan heykelleri inceledim, fıkra metinlerini okudum. Geleneksel tiyatro sanatçılarının büstlerini inceledim. Bir sigara içimi kadar oturdum. Bir serinlik bir yağmur havası hissettim. Bir günüm Akşehir’imizin güzellikleriyle geçmişti. Şehrin karanlık yollarından Çay Mahallesi’ndeki evime doğru ağır ağır yürüdüm.