Ben diyeyim yirmi beş, siz deyin otuz yıl, yıllar öncesi, güzellikler şehri Akşehir, günden bu günden daha bir güzel, daha bir şirin gelirdi bana. Bunu ben kendimi inandırmış, duygularımda o güzelliği yaşatmışımdır. Bu duygu, sevgiliye o güzel sevgiliye bugün erişememenin, o güzelliği gönlünde yaşatıp da bugün ulaşamamanın, o hazzı yaşayamamanın verdiği bir üzüntünün kâğıda aksisedasıdır.

            Sevgilinin kollarında Hıdırlığın çam kokusu, yeşilliğinden şehre uzanan İmaret (Hasan Paşa) Cami’nin yolu. Şehrin Hıdırlığı’ndan şehre doğru esen güzelliğidir ıhlamur kokularının verdiği o büyük haz.

İnan şimdi o güzelim şehrin, o yılların verdiği tad, o yılların verdiği şehrin güzelliği yok. Samimi olarak, tüm içtenliğimle söylüyorum, ne o şehrin güzelliği ne de tadı şu anda yok. Yok işte yok!

            Hıdırlık yolu, artık o eski Hıdırlık yolu değil! Ne sakin yoldu o yol. Şimdi olduğu gibi devasa apartmanlar yoktu. Otuz yıl kadar önceydi; o yıllarda şimdiki gibi yan yana dizilmiş apartmanlar yoktu. Yollar sıra sıra evlerle doldu. O mis gibi tertemiz hava belki farkına varamadık ama tertemiz hava şehrin apartmanları arasında kayboldu, yok oldu, olmadı mı? Hıdırlıktan şehre gelen tertemiz hava azaldı. Geniş yollar karardı. Yol kenarlarına yapılan apartmanlar, güzelim bahçeleri, hayallerimizi, hülyalarımızı da yok etti.

            Bahçe dedim de, Bandocu Ahmet’in bakkal dükkânının biraz ilerisinde Hacı Yahyaların Bahçesi vardı. Offffff! Ne güzel bahçeydi o! İçerisinde meyve ağaçları. Meyve ağaçları mı sadece?  O günlerin verdiği heyecanı bilgisayar tuşlarında yakalayan bu yazara bakmayın siz! Sadece meyveler mi? Ya sebzeler! Sebzelere, meyvelere ne demeli. Ayrıca tel örgülerle de çevriliydi, çevrili olmasına ama mahallenin çocuğu o güzelim kıpkırmızı elmaları görür, o mısırları görür de tel örgü mü dinlerdi. Lâf işte! Öylesine güzel bir bahçeydi ki, anlatılası değil, yazılası hiç değil. İşte acemi kalemin geçmişe özlemi deyiverin siz.

            Yürüyorum. Yürüdükçe şehre doğru geliyorum, belki geçmişe doğru şehrin geçmişine doğru açılıyorum. Evden sinirli mi çıktım, olabilir. Neye kızdım hatırlayamıyorum şimdi, yalnız sinirli olduğum belli.

            Yine nelere sinirleneceğim gün boyu. Hava kirliliğine belki, günden güne kaybolan yitirdiğimiz Akşehir ‘in güzelliklerine, kaybolan yeşilliklerine, tertemiz havasına… İnsanın sinir olması için pek çok neden…

            Milyonluk şehirlerde de yaşasa insan hayatında güzellikleri arıyor, yeşillikleri, tertemiz havayı..

            Hani ya belki geçmişin güzelliği yok ama belki Hıdırlığı, belki Kent Ormanı var, tabii sakin olmakta da sağlığa fayda var. Ne yapalım, yavaş yavaş yürüyelim, geçmişin güzelliğine. Yemyeşil, özlem duyduğumuz Akşehir bizim olsun.

            Sadece Akşehir’de geçmişten günümüze kaybolan yeşilliğinden, temiz havasının kaybolmasından bahsettik ya.. son yıllarda bize bir şeyler oldu.. Farkında mısınız? Daha sinirli, daha kızgın bireyler olduk. Doğayla mı alakalı bu? Olur mu hiç demeyin.. Yeşilliği yitirip büyük şehir gürültüsü içerisinde daha bir sinirli olmadık mı? Kaybolan yeşillik, araç gürültüleri.. eksoz kokuları.. bak unutuyordum son zamanlarda Akşehir Gölü’nün kokusu.. Evet, evet asabileştik. Sevgimizi kaybettik, aşkımızı, birbirimize olan güvenimizi.

            Akşehir değişiyor dostlarım. Kuşlar ölmeye başladı. Sağ kalıp uçabilenler hava kirliliğinde boğuldu boğulacak. Günden güne yeşillikler kayboluyor, belki ben insanlardan da ümitsizim, asabi bireyler olduk.

            Dünya yeşillikten, çimenden, yoksun kaldı kalacak. Ben otuz yıl öncesinden kuşları uçarken, yemyeşil çimenleri çok gördüm çokkk! Ben hikâyesini yazmışım; bekçisi miyim?