“Yıl 80’ler. Burası Güvendiklerin Yazlık Sineması.” dedi. Önce inanmadım; “Bahçe burası” dedim, “Bildiğimiz bahçe.”  “Evet” dedi, “Evet şimdi bahçe. Önceden burası yazlık sinemaydı. Bak hala yıkılan sinema perdesinin yarısı duruyor.”

Gerçekten de duruyordu. Demek ki burada bir yazlık sinema vardı. Kaç yıl önce burası yazlık sinemaydı bilmiyorum ki. Bahçe içerisinde bir yer. Güvendiklerin Yazlık Sineması. Koca bir demir kapı. Sol tarafında film oynatılan yer olduğu belli olan bir makine dairesi var. Kocaman bir bahçe. Ben bilmiyordum burada sinema olduğunu.

Arkadaş sürekli anlatıyor. Ne anlatıyor? Neler anlatıyor? Dinlemiyorum diyeceğim fakat Güvendiklerin Yazlık Sineması ilgimi çekiyor. Sokakta gidiyoruz ya daha çok arkadaşım Ali konuşuyor. Ben pek konuşmasını sevmem. O konuşuyor, ben dinliyorum. O sürekli anlatıyor. Daha doğrusu anlatan o dinleyen ben. Öyle şeyler anlatıyor ki. Dinlemesem arkadaşa ayıp olur. Dinliyor görünüyorum, öyle de yavaş yavaş yürüyor ki iki ileri bir geri. Hızlı hızlı anlatıyor. Yürüyoruz Güvendiklerin Yazlık Sineması’nın önünden.

Arkadaş tekrar; “Sen şimdi eski Ticaret Lisesi’ne giderken bahçe içerisindeki sinemayı da bilmiyorsundur.”

Ben sözünü nerede bitirip nerede başlayacağını bilmediğim için yürürken duran arkadaşın biraz önünde duruyorum, hayretle; bilmiyorum, diyorum. Bir ara da orayı gösteririm, diyor. Yürüyoruz, aslında arkadaş çok yavaş yürüyor. Ben bazen onun önünde yürüyorum. Bazen olduğu yerde duruveriyor. Sanki Akşehirli olan ben değilim de o. Mübareğin bilmediği yer, tanımadığı kimse yok. Dedim ya ben biraz hızlı yürüyorum. Hop duruveriyor. Geri geri geliyorum.

“Bu sokak dar sokak. Buradan biraz ilerleyince geniş bir yola çıkarsın; Cumhuriyet İlkokulu’nun arkası, Çıtakların Bakkal. Nazire Ablaların evi…” Anlat anlat, diyorum. Zaten anlat demesem de anlatacak. Duruyorum. Arkamda kalan Ali’nin yanına gidiyorum. “Buraları ben biliyorum, benim okul yolum” diyorum. Yürüyoruz. Yürüyoruz Akşehir Evi’ne doğru, yanımızdan Ticaret Lisesi’ne giden öğrenciler geçiyorlar. Cumhuriyet İlkokulu’na giden çocuklar, yaşlı başlı insanlar bir bir bizi geçiyorlar. Arkadaş yürümüyor adeta kağnı olmuş. Çoluk çocuk bizi geçiyor. Arada biraz yürüyor çokça da duruyor. Kendisine bir türlü ayak uyduramıyorum.

Birden arkadaş zınk diye durdu; “Sağdaki şu evi görüyor musun?” Görüyorum, dedim, tek katlı bir ev. “Pencerelerini gördün mü?” Evet, diyorum. “Evet de dikkat ettin mi? Pencere demirleri kartal şeklinde yapılmış. Bu kartal şeklindeki demirleri yapan ağabeyimiz büyük bir ustalıkla yapmış. Anıt alanında bisiklet tamirciliği yapardı. Emekli bir subaydı Kadir Ağabeyimiz.”

Biliyorum, dedim, gerçekten de büyük ustalıkla yapmış. Sonra evin önünden yürüdük. Hep o yavaş yavaş yürüyüp duracak, mehter adımı ile beni yürütecek, adımlarımı şaşırtacak değil ya! Bu sefer de ben durdum. “Neye durduk?” dedi. “Bu köşklü yeşil evi bildin mi?” diye sordum. “Söyle o zaman kimin evi?”

Cebinden bir cıgara çıkarttı. Bana da uzattı. Ben kullanmıyorum, dedim. Kibriti çıkartarak yaktı, derin bir nefes çekerek; “Bu evi bilmiyorum sandın değil mi?” dedi. “Burası, ben sanat okulunda okurken kendisinden sürekli olarak çivi, tel testere, tutkal, törpü aldığımız Hacı Halis Üçyıldız’ın evi. Dükkanı da eski Vakıflar Bankası’nın yanındaydı. Arkadaşlar okul ihtiyaçlarımızı ondan alırdık…”

Bildin, dedim. Akşehirliyiz, dedi gururla. Şimdi sıra bende, dedi. Sanki sabahtan bu yana konuşan, anlatan o değilmiş gibi bir yandan da sigarasının dumanı savuruyordu; “Sen söyle bakalım burası kimin evi?” Mehmet ağabeyin, dedim. Gülerek; “Hangi Mehmet Ağabeyin? Şair Mehmet Cem Yiğit’in mi?”

“Hayır. Müzisyen Mehmet Kayık’ın oturduğu ev. Akşehirli sevilen, sayılan bir müzisyen ağabeyimiz Mehmet Kayık. Her gittiği yerde Akşehir’i tanıtan, müziği ile ismi ile Akşehirli sevgisi ile dolu bir sanatçı. Saz sanatçısı ağabeyimiz.”

O anlatıyor, soruyor, yürüyor, konuşuyoruz; bir de yavaş yürümese. Ayaklarıma kara sular indi. Bir şey de söylenmez ki. Arkadaş işte.  03/03/2023-AKŞEHİR