Günlerden yine cumartesiydi. Evden can sıkıntısıyla çıktım. Neden canım sıkılmıştı bilmeden çıktım. Bir cumartesimiz, bir pazarımız var. Onun da zaten bir günü yine diğer günler gibi geçiriyorsun. İş bitmiyor. Bir gün de dinleneyim diyorsun.

 Hep bir koşturmaca hep bir telaş, hep bir sıkıntı. Bir dönme dolap. Hayat bu! Dönüp duruyorsun, ekmeğinin peşinde, işinde, gücünde. Hayatın döngüsü bu! Bazen de ne çok dolaplara gelmişizdir, döndürürler, çevirirler. Ya da biz dolap çeviririz. Karaktere kalmış! Biz yapmadık, bilmiyoruz, görmedik deriz. Öyle mi? Hayat bu! Yalan dolan da desek yanlış olmaz hiç!

Hava soğuk. Sadece soğuk! Kar yok. Ocak ayındayız ya bu yıl yağmadı. Duâ ediyoruz. Kar yağsın. Yeryüzündeki şu mikroplar bir kırılsın. Kar yağsın. Bereket olsun, bolluk olsun. Bekliyoruz. Dedim ya evden bir sıkıntı ile çıktım. Belki de evde traş olurken yüzümü kestim, belki de ona kızdım. Bilmiyorum işte!

Bu şehrin kahvehaneleri hele ki Cumartesi ve Pazar günleri tıklım tıklım dolu, sokakları insan kalabalığı, pastaneleri, kafeleri dolu. Uzaklaşmak istiyor insan.

Ne sigara kokan kahvehaneler, ne birahaneler ne de pastanelere gitmek istiyorum bugün. Hıdırlığa çıkmak istiyorum. Şehrin gürültüsünden uzak. Kahvehanelerinden, birahanelerinden uzak, pastanelerinden uzak bir doğanın kucağında olmak istiyorum, Bir tepeden izlemek istiyorum bu şehri. Yürümek istiyorum, yürümek istiyorum ama nasıl!

Şehrin içerisine doğru yürüyorum. İlerde bir durak var. Bekliyorum. Gelen giden araç yok. Beş dakika, on dakika. Gelen giden yok. Sonra yürüdüm, kaç yıl öncesinin durağıydı bu. Kaç yıl? Otuz, kırk yıl. Sanki dünyayı, sanki bu durağı yıllar öncesinden biliyordum. Durak var bekleyen yok, yol yok...Kaç yıl öncesindeydim. Bir düş müydü, bir masal mı? Zaman zaman çocukluğumun rüyaları gibi hayat. Uçarsın, uçarsın havalarda, bir yerlere düşersin.

En iyisi yürümek. Ben de yürümeyi seçtim. Neden sonra Güvendik Pastanesinin önünden geçiyorum. Bir ses işitiyorum gibi geliyor bana;

“Müdür Bey! Müdür Bey! Ardımı dönüp bakıyorum. Kimseler yok. Sonra İplikçi Cami önünden Esas Baklava’nın yanından geçiyorum. Burada bir köfte ekmekçi vardı. Şimdi hatırlayamadım ismini. Neydi ismi. Mis gibi köfte ekmeklerinin kokusu Arasta’yı kaplardı. Sordum, ileriye köfteci dükkanı açtı dediler. Sonra köşedeki çay ocağına girdim. Burada dikkatimi çeken çay ocağının sobası oldu. Bildiğin büyük S rakamı gibi bir sobası vardı. Artık ne ile yanıyorsa. Cam kenarına yakın bir yere oturdum. Dışarısı soğuk, fakat içirişi sıcaktı.

Yanıma çay ocağında ocakçı geldi;

-Merhaba! Dedi,

Geldi yanıma oturdu,

-Nasılsınız?

-Can sıkkın, hava soğuk! Diye cevap verdim.

-Hiç, hiç ama bilmiyorum, belki havalardan. 

Sustuk. Biraz sonra bir çay getirdi.

Sobayı sordum.

-Pelet soba dedi, anlattı.

Güzel yanıyordu. Sonra bir çay daha içtik.

Neden sonra, “siz dedi, tanıdım Pervasız Gazetesi’nden”

Gülümsedim. O da gülümsedi.

Yazılarımı, gazetemizi okuyan birini daha bulmuştum. Geçen günlerde yazdığım bir yazıdan söz açıldı.

-O yazımı okudunuz mu? Dedim.

-Evet!

-Beğendiniz mi?

-Fena bulmadım, güzeldi. Dedi.

Güldüm. Ardından, “Yazar olsaymışım, yazılarım beğenilecekmiş” dedim

O da gülümsedi. “Yok, yok yazılarınız gerçekten güzel. Bizi, Akşehir’i anlatıyor.”

Sonra oradan ayrıldım. Buraya kadar gelmişken biraz ileride Arastadan elbise satan arkadaşım Sinan’ın yanına gittim. İplikçi Cami arkasında. Bir çay ısmarladı, sağ olsun, onun da bir çayını içtim. Bir ara bunu da anlatırım. Şimdi hikâyeyi de fazla uzun tutturmayalım.

İşte ondan sonra havanın soğuğunda kah selamlar vererek kah selamlar alarak eve döndüm, Bu küçük gezmeler, çay ocağı sohbetleri, arkadaş muhabbetleri benim için küçük fakat bizim için bize özgü şeylerdi. İçinde ben, sen, bizler vardık, eve geldim, kendimce oturup yazayım dedim.  (Akşehir-2024)