Bağırsa duyar mıydı babası? Hayır dese, istemiyorum dese. Ben anamdan başkasına ana demem dese. Aramıza yabancı sokma dese…
Belki rüzgârın şiddetiyle savruldu gitti sesi.  Belki yağmurlarla beraber indi gözyaşı. Görünmedi.  Belki şu gök gürültüsüne karıştı içindeki isyan. Duyulmadı.  Şu ışık saçan şimşekler geleceğinin korkusu! Bulutların birbirine bu kadar öfkeyle vurması, kalbinde ki öfkenin aynada görünen aksiydi... 

Bağırsa babasına duyar mıydı? Bu yağan yağmurlar Anamın gözyaşı, kardeşlerimin ağıdı dese… Ne çabuk unuttun? İçinin yangınını ne ara söndürdün dese… Ne gerek vardı, öyle acı dolu cümleler kurmaya. Elemden kederden bahsetmeye ne gerek vardı. Gözlerinde görünmüyor muydu? İçinin karanlık yüzü… Yoksa en iyisi sükût etmek mi yine?

 Yanan gözleriyle, dişini sıka sıka yorganına sarıldı. Müşerref Teyzesi “bu gece sen bizde kal Mehmet” demişti. Anlamıştı Mehmet. Babasıyla o kadın evde uyuyacaklardı. Daha ilk günden babasından ayırmıştı işte. Daha ilk günden dışarıda kalmıştı Mehmet.

Hüseyin yanında yatan kadına baktı.  Görür görmez vurulmuştu Gülcan’a. Adının hakkın veriyordu. Canlı, samimi, gülünce gül olup açılıyordu sanki. İri kahverengi gözlerini örten uzun siyah kirpikleri beyaz yüzüne nakış gibi işlenmişti. Kestane rengi uzun saçlarını Hüseyin bu gece görmüştü. Zavallıya bir alyans bile takamamıştı. Hükümet bağış için topluyordu alyansları.  Yerine ucuz bakır Devrim yüzükleri veriyorlardı. O da alyans almamıştı. Hayran hayran  Gülcan’a bakarken Fadime geldi aklına, utandı kendinden. Hani o eş istemiyordu? Hani sadece Mehmedine ana olsun yeterdi.  Bir tütün sarıp, yaktı. Ciğerlerine çekip dumanını üflerken tekrar Gülcan’a kaydı gözleri. Allah’ın hediyesiydi işte. Niye dert ediyordu ki?  O istememişti ama Allah vermişti. Sevgisini de içine düşürüvermişti. Ellerini açıp şükretti Hüseyin.  İçindeki vicdan duygusunu da son sigara dumanıyla üfledi gitti.

 Gülcan uyandığında Hüseyin’in şükür ettiğini görünce gülümsedi. Yine gül olup açıldı işte diye düşündü Hüseyin.  O kalkıp kahvaltı hazırlarken Hüseyin de Mehmet’i almaya gitti.

 Döndüğünde sofra kurulmuş, çay demlenmek üzere idi.  Bir babasına baktı Mehmet, bir Gülcan’a. Daha o anda kendini kendi evinde fazla hissetti.

 

 

 

 Gülcan’ın gelişi evlerine düzen getirmişti. Evde yemek pişiyor, kıyafetleri zeytinyağlı sabun, yorganlar naftalin kokuyordu. Lakin Mehmet’in içindeki nefret de her geçen gün büyüyordu. Gülcan Mehmet den elinden geldiğince uzak durmaya gayret ediyordu. Hakkını yememek lazım, ilk zamanlar elinden geldiğince hoş görülü davranmış bunun karşılığında soğuk bakışlarla karşılaşmıştı. Akşam ödevlerine yardımcı olmak istiyor ama Mehmet onun bu ilgisinde sıkılıp soğuk odaya gidiyordu. O da sonunda Mehmedi kendi haline bırakmıştı.

 Mehmet zamanla Gülcan’ın varlığına alışmış fakat hiçbir zaman sevememişti. O babasının ondan alan, anasının yerini almaya çalışan kadındı. Bu yıllar geçse de değişmeyecek Mehmet ona hiç ana demeyecekti. Babası da akşam yorgun geliyor bir iki çift laf edip hemen uyuyordu. Askerlerle arası iyiydi babasının. Onu ziyarete gittiğinde askerlere ayakkabı dikerken onlarda babasının dükkânında çay içerlerdi. Mehmet’in başını okşarlar ona bazen şeker verirlerdi. Askerle aslında iyi insanlardı, niye kitapları yasaklamışlardı ki? Ilgın da hayat aynıydı. Babasının dükkânı, okul ve ev, tabi kitaplarını bırakmamıştı. Gülcan geldi geleli yalnız yatmaya alıştı, karanlıktan korkmuyor hatta onu ilk zaman korkutan gölgelerle oyun oynuyordu.  Gölgedeki şekilleri kafasındaki kahramanlarla yeniyor sonrada gülümseyerek uyuyakalıyordu. Büyüdükçe artık karanlıktaki gölgeleri rahat bırakmış, kendini hayallerinin gücüne kaptırmıştı. Büyüdükçe hayalleri de büyüyordu. Tek değişmeyen o hala kendi hayallerinin kahramanıydı.

Ortaokula başladığında ilk zamanlar aynıydı. Soğuk uzak konuşmayan Gülcan’ın değimiyle pısırık Mehmet’ti. Burada ki arkadaşları biraz daha farklıydı. İlkokuldaki arkadaşlarından birkaç kişi gelmişti. Onlarda Mehmedi sevmeyen aralarına almayan memur çocuklarıydı. Birinin babası asker, diğerinin öğretmen, diğerinin doktor gruplarının başındaki Orhan’ın babası ise kaymakamdı. Hepside ona hizmet ederdi. Mehmet elinden geldiğince onlardan uzak durmuş yine de onu ezmelerine engel olamamıştı. Babası asker olan Selman bir gün onun yanına gelmiş;

 “Ne haber lan ayakkabıcı çocuğu? Oğlum bak babana selam söyle bir ayakkabı dikmiş yanlardan yırtıldı. Adam gibi yapsın işini” dedikten sonra sağ eliyle sol omzunu sıkmıştı. Mehmet ne diyeceğini bilememiş, dişleriyle dudaklarını gevmiş söyleyeceği her şeyi boğazındaki düğümle yutmuştu. Ona istediklerini söylüyorlardı ama babasına laf söylemelerini kaldıramamış, okulun arkasına gidip dişini sıka sıka ağlamıştı.

Şimdi ortaokulda birliktelerdi. Ve hepsinin kanları kaynamaya başlamıştı. Onlar da Mehmedi gördüklerine sevinmemişlerdi belli.  Orhan sıranın üzerine oturmuş tek kaşını kaldırıp, gözleriyle tehdit ediyordu. Mehmet sırasına geçerken ayağının ucuna tükürmüştü. Sağ ayağıyla tükürüğün üzerine basan Mehmet, aynı bakışla karşılık verdi ve yerine geçti. Konuşmalarını duyuyordu ama umursamıyordu. Yaptığı davranışla şoka uğrattığı Orhan kendine hala gelememiş, dişlerini sıka sıka Mehmet’e bakıyor, vücudundaki bütün kanın yüzüne çıktığı belli oluyordu. Anlaşılan bu yıl bir güç gösterisi olacaktı.

 Meydan okumuştu okumasa da; neyine güvenmişti? O pısırık değildi. Korkak hiç değildi. Bu yaptığı ise cahil cesaretiydi. Orhan ve tayfası hep beraber geziyorlardı. Bir şey yapacaklarsa da beraber yapacaklardı. Mehmet ise tek başınaydı.

Okulun ilk zamanları karşılıklı bakışmalarla ve atışmalarla geçti. Orhan, Mehmet’in ona diklenmesini kabullenemiyor tehditler savuruyordu. Mehmet ise bunun altında kalmıyor o da aklına geleni söylüyordu.

Bir gün teneffüste yine karşılıklı bakışmalarla birbirlerini süzerken Mehmet bir elin omzunu tutmasıyla irkildi. Dönüp arkasına baktığında sınıf arkadaşı Osman’ı görünce rahatladı.

“Korkuttun beni, ne öyle sinsi sinsi yaklaşıyorsun.”

“Bilseydin davul çalarak gelirdim ama eminin onu bile duymazdın.”

“Dalmışım…”

“Farkındayım” dedi Osman. Kafasıyla Orhan’ın gurubunu işaret edip devam etti.

“Onlarla tek başına başa çıkamasın. Bulaşmamaya bak.”

“Ben bulaşmadım. Onlar bulaştı. Hem artık bu bir gurur meselesi oldu. Sonunda dayak yiyeceğimi bilsem dönmem artık yolumdan.

”Boş ver onları sen, oturabilir miyim yanına?”

Mehmet oturduğu duvardan biraz yana kayıp Osman’a yer açtı. Biraz sonra birlikte uzun boylu sohbete daldılar. Mehmet kendinden bahsetti. Kısa ve ne kadar az sürdüğüne inanmadı. Sıra Osman’a gelince derin bir iç çekti, yalnızlık duygusu kapladı içini.

 Osman’ın babası da esnafmış. Berber dükkânı varmış. Anası, babası, bir ağabeyi bir de ablası varmış. En küçükleri Osman’mış. Hafif tombul sevimli biri yüzü vardı Osman’ın. Onu görüp de sempati duymamak elde değildi. Osman ailesinde bahsederken Mehmet uzaklara, Dığrak’a kadar gitti. Evlerinin oralarda, anasının çorbasının kokusu burnunun direğini sızlattı. Eve girdi anası Fadime gülümseyerek karşıladı oğlunu, sonra bir sarıldı ki: ömürlüktü. Otuma odasında kardeşleri beş taş oynuyordu. Ağabeyleri gelince bırakıp tek tek sarıldılar, şirinlik yapmaya başladılar. Nasıl da özlemişti hepsini. Ders zili çaldı, Osman sustu, her şey toz olup uçtu. Bir iç çekişi daha kaldı içinde…

 

 

 

Baba beden eğitimi dersi için eşofman lazım.”

“Tamam oğlum, pazara iner alırız.”

“ Sen zahmet etme, ben Mehmet’le gider alırım pazardan.”

“Gerek yok babam alır. Hem pazartesi benim okulum var. Baba bir de spor ayakkabı lazım.”

“Tamam oğlum hallederiz.”

Mehmet kaşığını sofraya koyarak kalktık. Odasına giderken kapının orada Gülcan’nın babasına söylediklerini duyabiliyordu.

“Sene başında almıştık. Kıymet bilmiyor ki senin oğlun.  Sen de hemen alırız diyorsun. Çok yüz veriyorsun bu oğlana çok…”

“Karışma sen. Alırım tabi. O benim tek oğlum.”

Babasının söylediklerinden memnun olan Mehmet odasına girdi. Sosyal bilgiler kitabını açıp okumaya çalıştı.  Gözleri kitabın 55. sayfası açık, aklı okul çıkışına takılı kalmıştı.  Orhan ve tayfası okul çıkışı yolunu kesmişlerdi.  Osman koşarak arkadan yetişmiş yetişmesine ama yine dayak yiyecekleri aşikârdı. Defterler kitaplar kenara atılmış, kollar sığanmaya başlamıştı ki, köşeden Osman’ın abisi çıkageldi. Onu gören Orhan tedirgin bir halde gurubuna işaret ederek geri çekilmişti.

Neydi Mustafa ağabeyin sırrı? Yaşça büyük olması mı? Hayır, daha fazlası vardı. Orhan’ın yüz ifadesinden anlamıştı Mehmet. Kalıplı biri de değildi ki. Zayıf uzun boylu esmer bir delikanlıydı.  Yakışıklı bir yüzü farklı bir çekiciliği vardı.

“Korkma “demişti.  “Artık sana bulaşamazlar. “

Orhan korkmuş, Osman’ın yüzüne gurur ifadesi yerleşmiş, Mehmet ise bu olanlardan etkilenmişti. Mustafa ağabeydeki sihir her neyse kendisinde de olmalıydı. Onun gibi olmalıydı Mehmet…

İki günü zar zor geçirdi. Pazartesi okula koşarak gitti. Okulun kapısında Orhan ve tayfası ile karşılaştı. Şimdi ne olacak diye düşünürken, onu gören Orhan’ın arkasına bakmadan okulun bahçesine girdiğini gördü. Arkalarından bahçeye giren Mehmet Osman’ı aramaya başladı. Sonunda okulun arkasında buldu. Yanında sınıf arkadaşları Esra vardı. Sınıfta hepi topu 5 kız olunca kızlar ayrı gezmez beraber takılırlardı. Osman’la Esra’nın yalnız konuştuğunu görünce yanlarına gitmedi. Okulun ön bahçesine dolanıp beklemeye başladı.  Daha sonra zaten zil çaldı. İstiklal marşı okundu, arkasından andımız ve tek sıra halinde sınıflarına girdiler.

Sıralarına geçip öğretmenlerini beklemeye koyuldular. Mehmet daha fazla dayanamayıp sordu;

“Orhan abinden neden bu kadar korkuyor.”

“Önemli bir nedeni yok aslında. Ağabeyiyle ağabeyim çok yakın arkadaş. Bakma sen burada hava bastığına. Ödü kopar ağabeyinden.”

“Ondan yani…”

“Ne sandın?”

“Ne bileyim, Mustafa abi biraz… Şey… Boşver.”

“Kabadayı gibi değil mi?”

“Evet.”

“Ben öyle olmadığını söylemedim zaten” diyerek bütün dişlerini göstererek sırıttı Osman.

Mehmet ona bakakaldı. Beklediği cevabı almıştı. İçinde Mustafa ağabey gibi olmanın ateşiyle yandı…