Tam benim sizlerle paylaşmak istediğim gibi, adeta düşüncelerime tercüman olur şekilde bir köşe yazısı ile karşılaşınca, yazının can alıcı noktalarından bir kaç satırı sizlerle paylaşmak istedim. Yazının tamamını bulup okumanızı öneriyorum. Zira yazının tamamında benimde altına imza atacağım çok yerinde tespitler yapılmış, sözler sarfedilmiş.
"... Güvenlik yalnızca roket savunma sistemleriyle sağlanmaz. Gıda güvenliği, su kaynaklarının korunması, iklim istikrarı, biyoçeşitlilik de güvenliğin temel bileşenleri. Bu nedenle zeytinlikler, ormanlar ve kıyılar enerji yatırımı için feda edilmemeli.
...Bugün Türkiye, zeytinliklerini madenlere açmakla yalnızca doğasını değil, gıda egemenliğini, kültürel mirasını ve güvenliğini de tehdit ediyor. Oysa doğayı koruyan, enerjiyi adil paylaşan bir sistem mümkün. Bunun için sadece teknoloji değil, vizyon ve cesaret gerekiyor.
Zeytin ağacı bin yıllık bir direnç sembolüdür. Bugün onu korumak, yalnızca bir ağaç için değil, gelecek nesiller için de bir savunma hattı kurmaktır."
Bu yazının tamamını kendi sayfamdan paylaşır paylaşmaz bu kez önemsediğim bir insandan, ülkemizin yetiştirdiği önemli bir doğa fotoğrafçısı, gezgin, belgeselcinin, paylaşımı düştü önüme. Paylaşımın sahibi kim mi ? Uzun yıllar fotoğrafları, röportajları ile özellikle Atlas dergisinin ilk sayısından itibaren takibimde olan sevgili üstad Cemal Gülas. Zeytin alanlarının talanı düşünülen şu günlerde bu yazının peşine, Cemal Gülas üstadın duygu ve düşüncelerini adeta doğaçlama haykırdığı paylaşımı takmanın son derece yerinde olacağını düşündüm. Zira aslına bakarsak konularımız hep aynı. Bu güzelim ülkenin eğitiminden tutun, hukuk alanına, topraklarının/tarım alanlarının talan edilmesine/yağmalanmasına kadar hep birlikte bizlere yaşatılan/yaşatılmak istenen kaotik ortam dönüp duruyor üzerimizde.
Cemal Gülas, ülkenin içinde bulunduğu durumu son derece çarpıcı bir şekilde içinden geldiği gibi haykırarak yazıya dökmüş ve anında paylaşmış. Belli ki hepimiz gibi olanlar karşısında dolmuş taşmış duyguları. Benim de sıklıkla yaşadığım bu durumu anlayabiliyorum. O sebeple hepimizin duygularına tercüman olduğunu düşündüğüm bu muhteşem yazıyı sizlere de ulaştırmak istedim.
Lütfen bir köşeye çekilip tamamını okuyun. Muhtemelen benim gibi bir çırpıda okurken gözleriniz yaşaracak. Ve eminim Cemal Gülas'ın düşüncelerine/duygularına sonuna kadar hak verip, kendi sayfalarınızda/gruplarınızda paylaşacaksınız.
Ben yazarken ağladım;
Sen de okurken ağla.
Ben bu topraklara tapuyla değil, acıyla bağlıyım.
Ne devletin verdiği kimlikle,
Ne de bir dinin sunduğu cennet vaadiyle…
Benim aidiyetim;
Bir ağacın kesildiği yere,
Bir çocuğun sustuğu mahalleye,
Bir yaşlının gözlerinden akan sessizliğe bağlı.
Çok düşündüm:
Neye “ait” hissedilir bu ülkede?
Camiye girsen öteki olursun.
Girmezsen yine öteki.
Yanlışını gösterdiğinde düşmanı.
Susarsan zaten çoktan kaybolmuşsundur.
Devleti eleştirirsen “vatan haini”,
Susarsan “iktidarın suç ortağı”…
Bu topraklar insana şöyle sorar:
“Ya bizdensin ya düşman.”
Ama ben ne sizdenim ne de size düşmanım.
Ben bu ülkeye, onu yönetenlerden bağımsız bir şekilde bağlıyım.
Çünkü toprak dediğimiz şey, bayraktan önce gelir.
Toprak, üstünde yürüyen herkesin eşit hafızasıdır.
Ben bu ülkeye;
Suyunu içtiğim derelerle,
Köylerimde sabah ezanıyla uyanan yaşlılarla,
Zulmün en ağırıyla sınanmış bir halkın gözünden düşen yaşla aitim.
Benim için vatan bir sınır çizgisi değil,
Bir hatırlayış biçimidir.
Bir evi hatırlamak gibi.
Bir çocuğun sessizce “anne” demesi gibi.
Bir köpeğin gözlerinden okunan sadakat gibi…
Bu toprakta beni hiçbir kurum korumadı.
Herkesten fazla gidebilecek iken gitmedim.
Gidemedim…
Çünkü burada kalmak, sadece direnmek değil,
Tanıklık etmeye devam etmek demekti.
Gidenleri yargılamam.
Ama kalanlar bilir:
Kalmak sadece fiziki bir mevcudiyet değil,
Vicdanla ayakta durmanın en sessiz biçimidir.
Bu ülkeye ait olmak demek, onu körü körüne sevmek demek değildir.
Gerçek sevgi, eleştirir.
Gerçek bağlılık, yalana susturmaz.
Gerçek vatanseverlik, zorbalığa boyun eğmez.
Ve bu yüzden ben,
Beni defalarca dışlayan bu ülkenin en gerçek parçasıyım.
Çünkü ben aidiyetimi,
Kayıtlı olduğum nüfus dairesinden değil,
Yaralı kalbimden, ağıtlarına ağladığım dilimden alıyorum.
Belki bir gün biri yine soracak:
“Bu ülke neden bunca acıya rağmen ayakta kaldı?”
Çünkü bazı insanlar hiçbir yere ait olamasa da,
Bu topraklara kendilerinden daha çok güvendiler.
Bu ülkenin halkına değilse de,
Dağına, rüzgarına, ormanına,
Ve birbirlerine dair unutulmamış bir inanca sahiptiler.
Bazı kayıplar vardır…
Ne mezarı olur, ne yası tutulur.
Ne adı gazeteye düşer,
Ne de biri üstüne bir dua eder.
Ama insan bilir.
İçinden bir şey eksilmiştir.
Geri gelmeyecektir.
Ve adına konulamayan bu eksiklik,
Bir ömür boyunca susarak yaşanır.
Ben çok şey kaybettim bu ülkede.
Bir zamanlar güven duyduğum dostları,
İnancını kendinden büyük zanneden insanları,
Bana emanet edilen doğayı,
Üzerinde yürüdüğüm patikaları,
Okunmamış defterleri, yakılmak istenen kitapları,
Ve hepsinden öte:
Sözde “millet” adına karar veren adaleti.
Ama bu yazı sadece benim kayıplarım için değil.
Bu ülkenin kolektif birikmiş yas duygusu için.
Kaybettik çünkü görmedik.
Kaybettik çünkü kaybedeceklerimizden korktuk.
Kaybettik çünkü sustuk.
Kaybettik çünkü bazı şeyleri hep ertelenebilir sandık:
İyiliği, yüzleşmeyi, helalleşmeyi…
En tehlikelisi şuydu:
Kaybı kanıksadık.
Artık bir şey kaybolduğunda kimse şaşırmıyor.
“Çalıyor ama çalışıyor” dedik.
Ve işte burada kolektif vicdan ölüyor.
Bu ülkede kaybolan sadece insanlar değil.
İyilik kayboldu.
Utanç kayboldu.
Özür dileme yetisi kayboldu.
Sessizliğin asaleti kayboldu.
Birbirine bakmanın güveni kayboldu.
Geriye kalanlar ise sadece gürültü:
Kaba bir milliyetçilik,
Sığ, putperest bir dindarlık,
Hoyrat bir başarı anlatısı…
Ama kimse sormuyor:
“Bunca naraya rağmen neden içimiz bu kadar sessiz?”
Çünkü içimizde kaybettiklerimizin mezarı yok.
Onlar hatırlanmadığı için değil,
Anlatılmadığı için eksik.
Bazı insanlar ölmez.
Çünkü onların hayatta kalması sadece kendi canıyla ilgili değildir.
Onlar bir fikri, bir hafızayı, bir sesi, bir adaleti yaşatmak için nefes almaya devam eder.
İşte ben de bu ülkede hayatta kalmayı, bir tür ahlaki sorumluluk olarak gördüm.
Bu topraklar bana şunu öğretti:
Hayatta kalmak, çoğu zaman yaşamakla aynı şey değildir.
Bazen ölmemek için susarsın.
Bazen var olmak için görünmez olursun.
Bazen hayatta kalmak, kendi vicdanına ihanet etmemenin başka bir yoludur.
Ama ben hiçbir zaman sadece yaşamak için yaşamadım.
Ben, doğru bildiğimi terk etmemek için nefes aldım.
Bu yüzden evim basıldığında sustum ama kırılmadım.
İftiraya uğradığımda sessiz kaldım ama teslim olmadım.
Yalnız kaldığımda ağladım ama eğilmedim.
Hayatta kalmak bazen bir çatı altında değil,
Bir ağacın gölgesinde uyumaktır.
Bazen bir banka hesabı değil,
Temiz bir vicdandır servetin.
Ve çoğu zaman…
Hayatta kalmak, sabah gözünü açtığında hâlâ inandığın şeyin değişmemiş olmasıdır.
Bu nobran sistem seni yutamadığı zaman ne yapar biliyor musun?
Seni görünmez kılar.
Adını siler.
Geçmişini unutturur.
Sesini yankısız bırakır.
Ama o sistemin unuttuğu bir şey var:
Gerçek kalabilmiş bir insan,
Sisteme sızmış milyon maskeden daha güçlüdür.
Güçlüyüm.
Çünkü biat etsem sahip olacaklarımın değerinden daha değerli bir özgürlüğe sahibim.
Özgür olan insan,
Yalnızca kendi varlığıyla bir tür vicdan enerjisi yayar.
Sadece var olarak bile, yalanı utanmaya zorlar.
Hayatta kalmak…
Bu topraklarda belki en zor meziyet.
Çünkü yaşamanın bedeli sadece var olmak değil.
İnancını, kimliğini, düşünceni, dilini, köklerini,
Hatta bazen çocukluğunu da ödemen gerekir.
Ama ben, bu bedellerin hepsine rağmen şunu seçtim:
“Bana ait olmayan hiçbir şeyi taşımayacağım.
Bana zorla dayatılan hiçbir hayata razı olmayacağım.
Hayatta kalacaksam, temiz kalmak şartıyla hayatta kalacağım.”
Sonuç : Bu ülkenin gerçek sevdalılarına selâm olsun.