Takvim yaprakları, 24 Ocak 1993 Pazar gününü gösterdiğinde, İstanbul'da kasvetli bir kış günüydü. O tarihlerde Mesa Bahçeşehir projesinde çalışmaktaydım. Pazar günü evde olduğum için haberi televizyon kanallarından kısıtlı bir şekilde aldığımı, ertesi gün ise işyeri servisine binmeden gazete bayisinden Cumhuriyet Gazetesi aldığımı ve olayın ayrıntılarını öğrenmek istediğimi hatırlıyorum.
Gazeteyi aldıktan sonra Edirnekapı Sur dışında servisin beni her zaman aldığı yere doğru yürüdüm. Servis her zamanki vaktinde geldi beni aldı ve ben serviste her zamanki yerime oturdum (en arka dörtlü koltuğun bir önü, sol arka cam kenarı). Gazeteyi okumaya başladım. Bir yandan da Türkiye'de Uğur Mumcu gibi halkına/okuruna; araştırarak, mesleğin hakkını vererek, sağa-sola eğilip bükülmeden hizmet eden, gazeteciliğin zirvesinde bir duayen ismin nasıl olupta susturulduğunu, ülke insanına Uğur Mumcu’nun susturulması ile verilmek istenen mesaj, yaratılan korku ve kaosun ülkemizi nerelere götürebileceğine dair düşünüyor, üzülüyor ve gözyaşlarıma engel olamıyordum. Zira Uğur Mumcu'nun katledilmesi çok şeylerin yerle bir edildiği/edileceği fikrine götürüyordu beni. Bu derin düşünce ve endişeler içinde bir yandan da Cumhuriyet Gazetesinin, köşe yazarlarının konuyla ilgili yorumlarını okumaya çalışıyordum.
24 Ocak 2025 tarihinde duayen gazeteci Uğur Mumcu'nun katledilişinin üstünden 32 yıl geçmiş olacak. Ülkemizde geçen bu süre zarfında son günlerde yaşadığımız olaylara baktığımızda aslında topyekün ülke olarak çok da bir yol aldığımız söylenemez. Uğur Mumcu'nun çok kısa bir süre çalıştığı (yazıda da kendisinin ifade ettiği üzere ona ve Cumhuriyetten ayrılmak zorunda kalan diğer ekip arkadaşlarına kucak açan Milliyet Gazetesi) Milliyet Gazetesinde ki 3 Mayıs 1992 tarihli "Gazeteci" başlıklı son yazısını paylaşarak hem onu anmak hem de bu yazı aracılığıyla, günümüzde ülkemizin içinde bulunduğu durumun benzerinin, o yıllarda da yaşanmakta olduğuna maalesef üzülerek bir kez daha şahit oluyoruz. Uğur Mumcu'nun zamanı aşarak bugünlere gelen bu yazısı da kanıtlamaktadır ki aradan geçen bunca yıla rağmen, ülkede yaşayan bizlerin elbirliğiyle ülkemizi, hiçte arzu edilen bir noktaya getiremediğimiz gerçeğidir.
Cesur gazeteciliği ile her zaman anısı önünde eğildiğim Uğur Mumcu’yu bu yazı vesilesiyle anmak ve genç nesillere de tanıtmak istedim.
Ruhu şad olsun.
GAZETECİ
Gazeteciyi nasıl tanımlarsınız? Kimdir gazeteci, ne yapar? İşlevi nedir? Gazeteci, her konuda fikir ileri süren, her şeyi bilen insan demek midir? Hayır. Nereden bilecek gazeteci her şeyi?
Ben kendime göre bir tanım yapayım:
- Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insan demektir.
Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.
Günümüzde sarı basın kartlarının ardına gizlenip devlet kapılarında ve belediyelerde “ihale takip eden”, bankalardan aldıkları kredilerle milyarlar vuran, düzmece belgelerle gazetelerini ve devleti dolandıranlar da var.
Hem bunlar var, hem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “mabeyn katipleri” gibi, gazetecilik adına hükümetlere, konutlara ve köşklere tutanak katiplikleri yapanlar da!
Türkiye’de gazete okuru sayısı da pek parlak bir grafik çizmiyor. Okur sayısını dünya ölçeklerine vurduğunuz zaman, iç karartıcı tablolar ile karşılaşıyorsunuz. UNESCO, bir ülkenin gelişmiş sayılabilmesi için her 1000 kişiden 100 kişinin gazete okuru olması ölçüsünü getiriyor. Bizde bu sayı, binde 58’dir.
Bu oran İngiltere’de binde 373, Danimarka’da 360, Almanya’da 342. Fransa’da 179, İtalya’da 146 ve komşumuz Yunanistan’da da binde 133’tür.
Üstüne üstlük, Türk basını “tekelcilik” tehlikesi ile karşı karşıyadır. İngiltere’de, sahip değiştirecek bir gazetenin tirajı 500 bini geçiyorsa, satış işlemleri “Monopolies and Mergers Commission” adlı komisyonca onanmadan kesinleşmez. Almanya’da “Federal Kartel Dairesi”, yıllık 25 milyon marklık iş yapan bütün şirketleri olduğu gibi, devredilecek bu gazete işletmelerini de denetler.
Fransa’da 1986 yılında çıkarılan “Basının Yasal Rejiminde Reform” adlı yasa, bir yıl içinde toplam tirajın yüzde 30’unu geçen gazetelerin satış işlemleri ile ilgili kayıtlayıcı kurallar getirmiştir. ABD’de “Federal Communications Commission”, bir büyük yayın organının, aynı alandaki bir yayın kuruluşunu almasını yasaklamıştır.
Türkiye’de bu konuda hiçbir kural yok; gazete dergi ve televizyon kanalları ile tam bir tekelleşme sürecine giriyoruz.
“Star 1” devlet desteği ile açıkça Anayasaya ve yasalara aykırı olarak yayın yapıyor. Böylece, yayın ve reklam dünyasında “haksız rekabet” devlet eliyle yaratılıyor.
Böyle bir ortamda Cumhuriyet gazetesinden, bir grup arkadaşımızla birlikte ayrılma zorunluluğu duymuştum. Cumhuriyet gazetesinden içi kan ağlaya ağlaya ayrılanların, emeklerinden başka geçim kaynakları yoktu. Hiçbirinin bankada birikmiş parası da yoktu. Ayrılırken de hiçbir yasal hakkımız verilmemişti. Ayrılan arkadaşlar aramızda yaptığımız toplantıda “1 Şubat gününe kadar beklemeye”, daha sonra da herkesin kendi yolunu seçmesine karar vermiştik.
Bu arada, bin bir engele karşın Cumhuriyet gazetesini yaşatabilmek için gazeteye yeni sermaye ve yeni ortak arama çalışmalarını da sürdürüyorduk.
Milliyet gazetesi, haber çeşitliliği ve yorum özgürlüğü ilkelerini amaç bilmiş bir “düşünce forumu”ydu. Milliyet gazetesi, bu güç günlerimizde bana ve arkadaşlarıma kucak açtı. Üç aydır, Milliyet gazetesinde karınca kararınca, olaya, habere, belgeye ve bilgiye dayanan yazılar yazmaya çalıştım. Bunda ne ölçüde başarıya ulaştım, bilemiyorum.
Bu üç ayda, Milliyet gazetesinin çağdaş anlamı ile tam bir “gazetecilik ortamı” olduğunu, bu ortamın güven duygusuna dayalı arkadaşlık ve dostluk ilişkileri ile geliştiğini, gazetelerde hep yakındığımız “tek adam yönetimleri” yerine; gazetenin, haber zenginliği ve yorum özgürlüğüne dayanan demokratik ve çağdaş bir anlayış ile yönetildiğini yaşayarak gördüm.
Cumhuriyet gazetesini dramatik serüvene sokan grup, gazeteyi milyarlık borç batağına sürükleyip kaçtıktan sonra benim görevim, güç durumda olan eski gazeteme koşmaktır.
Milliyet gazetesinden bu nedenle ayrılıyorum. Umarım, beni anlayışla karşılarsınız.
Nazım Hikmet’in en çok sevdiğim şiirlerinden biri “Ve kavga bittiği zaman / Ne çiftlik sahibi oldu ne apartman / Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı / Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan” diye biter.
Cumhuriyet gazetesindeki “kavgadan sonra” ben, yine eski görevime kaldığım yerden devam edeceğim.
Borç batağına sokulan ve tirajı 40 binlere inen gazetede, ellerimize dikenler de batsa, görevimiz; okurlarımıza, yediveren bağımsızlık güllerini sunmaktır.
Binlerce teşekkürler, hoşça kalın…
Sonuç: Son günlerde içinde yaşadığımız bu karmaşık ortama rağmen ülke insanımızın, umudunu koruyarak üstüne düşenleri yapması gerektiğini yineliyorum.