Anadolu Türkler için sayısız acıya, kayba ve felakete tanıklık etmiş kadim topraklardır. Tarihi boyunca toplumu derinden etkileyen, devletin ve milletin tavrını şekillendiren, iki önemli kavram öne çıkar.

Milli Yas ve Şehitlik. Bu iki kavram, aynı acının farklı tezahürleri olarak, birbirinden çok ince ama net kırmızı bir çizgiyle ayrışırlar.

Milli yas, bir milletin tamamını etkileyen büyük felaketler veya kayıplar sonrasında ilan edilen, devlet protokolüyle belirlenmiş tavırdır. Bayrakların yarıya indirilmesi, kamusal eğlence ve spor faaliyetlerinin askıya alınması, resmi törenlerin iptali gibi uygulamaları içerir.

En son 6 Şubat 2023'te yaşanan deprem felaketinde ilan edildiği gibi, doğal afetlerde büyük can kayıpları yaşandığında milli yas ilan edilmesi, toplumsal acıyı resmi bir dille ifade etmenin ve genel olarak matem duygusunu paylaşmanın yoludur. Bu, devletin halkıyla birlikte yas tuttuğunu, acıyı paylaştığını gösteren çok önemli bir eylemdir.

Şehitlik ise Ölüm değil, Diriliş makamıdır. Türk-İslam kültürü ve inancına göre şehitlik, çok daha farklı ve derin manalar taşır. Kur'an-ı Kerim'de, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz." (Bakara, 154) Bu ayet, İslam inancında şehitliğin felsefesini özetlemektedir.

Şehit, hakiki anlamda ölümsüzlüğe ve en yüce mertebeye erişmiştir. Bu nedenle onun için geleneksel anlamda "yas tutmak" yerine, onun ulaştığı yüksek mertebe için şükran duyulur. Ardından salalar okunur, dualar edilir ve sadakalar dağıtılır. Adlarını gelecek nesillere taşınmak adına da, günümüzde olduğu gibi eğitim yuvalarına ve ibadet kurumlarına isimleri verilerek, ayrıca aileleri de onere edilir.

Peygamber Efendimiz'in (s.a.s) "Şehitleri yıkamayınız. Çünkü her yara ve her kan damlası kıyamet günü etrafa misk kokusu yayar." Hadisi şerifinde, şehide gösterilen hürmetin ve onun bedenen dahi bu dünyadan ayrılışının farklı olduğunun bir göstergesidir. Şehit, kanıyla temizlenmiş, elbiseleriyle kefenlenmiş olarak toprağa verilir. Bu uygulama, onun bu dünyadaki son halinin bir abidesi gibidir.

Tarihçi Murat Bardakçı'nın da vurguladığı gibi, "Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde hiçbir askeri felakette matem ilan edilmemiştir."

Bunun altında yatan temel sebep, inancımızın gereği olarak şehitliğin bir "ölüm" değil, bir "diriliş" makamı olarak kabul edilmesidir.

Binlerce yıllık tarihimiz de on binlerce asker, kamu görevlisi ve sivil vatandaş, terör ve savaş gibi nedenlerle şehit düşmüşlerdir. Ancak bu kayıplar, bir "milli yas" konusu olmaktan ziyade, toplumun hafızasında "şehitlik" kavramıyla yer etmiştir.

Bu, şehitlere duyulan saygısızlık veya kaybın hafife alınması değil, tam aksine onların ulaştığı manevi mertebeye duyulan hürmetin ifadesidir.

"Şehitler ölmez, vatan bölünmez!" sözü, bu kolektif inancın en yalın ifadesidir. Bir başka düşünceyle, şehit canını bayrak yarıya insin diye değil, daima yukarıda dalgalansın ve milletin başı dik dursun, öne eğilmesin diye vermiştir.

Sonuç olarak, milli yas ve şehitlik arasındaki bu ayrım çatışmadan ziyade, farklı bağlamlardaki acıların farklı şekillerde ifade bulmasıdır.

Deprem gibi doğal ve kitlesel felaketler, insanlığın çaresizliği ve trajedisi karşısında ilan edilen matemi temsil eder.

Şehitlik ise, bir ideali, vatanı, bayrağı korumak uğruna bilinçli bir fedakarlık ve bunun sonucunda ulaşılan kutsal bir mertebedir. Birinde trajedi ve çaresizlik, diğerinde ise fedakarlık ve manevi yüceliş vardır.

Türk milleti, her iki durumda da derin acılar hisseder. Yaşanan bu acı olaylardaki ifadeler, sebep sonuç şekillerine göre biçimlenir.

Birinde bayrağı yarıya indirerek matem tutulurken, diğerinde gönderdeki bayrağa daha sıkı sarılarak, şehidin emanetine sahip çıkarak onların "ölmediğine" olan inancıyla ve daha büyük bir metanetle ve sanki yeniden bir doğum gerçekleşiyor inancıyla hareket eder.

Bu anlayış, Türk milletinin hem dünyevi acılarla yüzleşmesi, hem de manevi değerlerini yaşatması hususundaki asil ve kadim tavrının, en net biçimde tezahürüdür.