Akşehir’in günümüz edebiyatında ve dünya edebiyatında büyük bir armağanı Küçük Ağa Romanı ve yazarı Tarık Buğra’dır.

Akşehir Belediyesi’nin 2007 yılında düzenlemiş olduğu Tarık Buğra’nın ismini ve Akşehir ismini yeni nesillere ve edebiyat severlere ulaştırmak için düzenlediği ve hatırladığım kadarıyla bu hikâye yarışmasının dünyada ses getirdiği ve yarışma birincisinin de ‘Unutulan Adam” öyküsü ile Türker Şemin’in olduğu kendisinin de Rotterdam’dan katıldığı ve birinci olduğunu biliyorum,

Tarık Buğra adına anısına düzenlenen bu yarışmada da iki eserimle Tarık Buğra Anısı’na Hikâyeler Kitabına girmiştim.

Tarık Buğra Hikâye yarışmasında ilk 40 eser bu kitapta yer almıştı.

Bu kitap ve bunun devamı olmasını dilediğimiz yarışmalar Akşehirliler olarak Tarık Buğra’ya bizim vefa borcumuzdur, bizim için büyük bir onur ve gururdur.

Akşehir Belediyesinin bundan yıllar önce açtığı yarışmaların devamı dileğiyle, Tarık Buğra’nın anısını yaşatmak adına yarışmada hikâye kitabına girmiş bir öykümü siz okurlarımla paylaşmak istiyorum.

SEVGİLİM SEN BİR MELEKSİN

Belki de dönemin en iyi sinemalarındandı. Afişleri sinemanın kapısına, tahtadan büyük panolarla asılırdı. On ayağa yakın merdiveninden hayal kapısına doğru büyük bir istekle girilirdi. Salonu daima dolu olurdu; balkon kısmı da salondaki izleyici sayısını pek aratmazdı. Sinemanın ön koltuklarının birinde değişmeyen bir izleyicisi olurdu ki ne zaman sinemaya gitmiş olsam daima sinemanın salon kısmının ön koltuklarından birinde onu oturur görürdüm. Uzunca boylu, zayıf mı zayıf, elli yaşlarında bir kişiydi. Belki de gözleri iyi görmüyordu, fakat tam bir sinema müdavimiydi denebilir. Unutmadan söyleyeyim bazen de sinemada ayak işlerine bakardı, sanırım, evsiz, yersiz, yurtsuz takımındandı. Ne zaman sinemaya gitsem onu ön koltuklardan birinde oturur heyecanla filmin başlamasını bekler görürdüm, bunu ayak ayaküstüne atmalarından hızlı hızlı sigara içişinden anlardım. Sinemada sigara içmek yasaktı, yasak olmasına ya ona göz yumulurdu. Kimse de ona “neden sigara içiyorsun?” diye sormazdı. Öyle birisiydi işte.

Yine öyle bir gündü Akşehir Saray Sineması’nda. Salon oldukça doluydu. Benim adam yine ön koltukta oturuyordu. Onun yanında göze çarpan yağlı elbiseleriyle koltuklarda oturan muhtemelen Akşehir Sanayisi’nde çalışan çıraklar, çırakların arkasında gençler, onların arkasında efendi kılıklı memur, amir takımı vardı. Sinema salonunun giriş kapısının yanında ise kapalı localar bulunuyordu ki içlerinden gelen seslerden de localarında dolu olduğu anlaşılıyordu. En arkada boş bulunan sıralı koltuklarda da ise yine genç seyircilerden bazıları oturmuş, ayaklarını öndeki boş koltukların üstlerine atmışlardı, sinemanın kapısından gören ışıkçının birkaç kez uyarmasına rağmen ayaklarını indirmemişlerdi. Neredeyse film başlayacaktı, ama ışıkçı da bunlarla fazla ilgilenmedi. Filmin başlamasına yakın üç dört kişi daha geldi. Kendi aralarındaki konuşmalardan “iyi film daha başlamamış” diyorlardı. Biraz önce arka sırada oturan gençlerin yanına iliştiler.    

Sinemada seyircilerin çoğu birbirini tanır, birbiriyle şakalaşır, muhabbet ederdi,  hatta şakanın dozunu kaçıranlar oluyordu ki birbirlerine sinemanın kantininden aldıkları patlamış mısırları, leblebileri atıyorlardı. Bu arada makinist olsun, ışıkçı olsun salona bir hışımla giriyor, “doğru durun yoksa sizi sinemadan çıkartırım, ona göre !” diyordu.  

Akşehir Saray Sineması öyle adına yakışır bir sinema olmasa da sinemanın bulunduğu zamanlarda Akşehir’deki sinemaların en güzeliydi diyebiliriz. Salon kısmı en azından dört yüze yakın seyirci, yine balkon kısmı ile de iki yüze yakın seyirci kapasitesiyle büyük ve güzel bir sinemaydı. Adı Saray Sinemasıydı ya hani saray da değildi. Sinemaya para harcanmış fakat adına yakışır bir sinema olamamıştı, fakat seyirci sayısı ve film kapasitesi ile Akşehir’deki diğer sinemalardan üstünlüğü de göz ardı edilemezdi. Sinemanın tüm duvarları film afişleriyle süslüydü. Film başlamadan önce izleyicilerin büyük bir çoğunluğu bu film afişlerini seyreder birbirlerine : “Aaaa bak..! Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi’nin Oğlu film afişi… Bak bak! Burada da Ayhan Işık‘ın film afişi var… Hülya Koçyiğit ‘i gördün mü? Ne güzel bir kadın öyle değil mi? “ gibi konuşmalara sık sık şahit olmamak imkânsızdı. 
 

Film başlamadan önce gong sesini duyup da salonda koşanlar ışıklar söndüğünde yer bulma kaygısına düşenler, heyecandan tuvaletlere gidenler, filmin nereden ve hangi koltuktan daha güzel görüneceğinin ince hesaplarını yapanlar, ellerindeki tespihlerlerle oynayanlar, gelenler, gidenler, nereye, nasıl oturacağını bilmeyenler, bağrışmalar, çağrışmalar birbirini izlerdi.
 

Film başladığında da genelde gelecek haftanın filminden parçalar konurdu ki herkeste artık bir sessizlik başlar, gözler büyülü perdeden ayrılmaz, karanlıkta hülyalara dalınır, filmdeki baş aktris sevilen sevgilinin yerine konulurdu.  Hele ki başrol oyuncusu birkaç kötü adamı dövüyorsa ki film seyredenlerinden “Vurrr! Vurrrr!” sesleri yükselirdi, bunun üzerine Makinist Mavili’den de “Sessiz olalım beylerrrrr! “ uyarısı hemen gelirdi. Hele ki film bir kopsun, sandalyelere ayak vurmalar, çokça da ıslık çalmalar birbirini izlerdi. Seyirciler bağırırdı : “Makinistttt uyumaaaa! Maviliiii!” Bu ikazlara makinist Mavili’ den de : “Gürültü etmeyinnnn! Bağlıyoruzzzz!” uyarısıyla hemen karşılık gelirdi. Birkaç saniye sürmez, film koptuğu yerden değil de atlatılmış olarak tekrar başlardı. Yine hülyalar âlemine dalınır, baş aktris sevilen sevgilinin yerine konulur, hayaller âlemine dalınırdı. Filmin en heyecanlı yerinde ara verilirdi. On dakika mola. Seyirciler koltuklarından kalkmadan, gazozcu, leblebici, çekirdekçi sinema salonuna dolardı. Sinema salonunu sesleriyle çınlatırlardı. “ Buz gibi gazozzzz” Çekirdekçiiii! “ Söylemeyi unutuyordum. Film başlamadan sinema salonunun ön koltuğunda oturan o zayıf uzun boylu adam, sanki birisi yerine kapacakmış gibi yine yerinden hiç kalkmaz oturduğu yerde otururdu. Sonra yeniden film başlardı. Saat: 14.00 de başlayan filme neredeyse filmin sonuna doğru gelenler de olurdu. Filmin birinci bölümünü giremeyenler için ikinci kısım ne kadar anlaşılır bilmem ama belki de onlar sinemaya geç gelmenin acısını on, bilemedin onbeş dakika kadar gösterilecek bir filmde çekerlerdi. Ne olurdu sanki Makinist Mavili filmi bir daha gösterse. Bir de yanlarında oturan seyircilere sormaları yok mudur? “Ne oldu? Nasıl oldu? Kötü adam bu mu?” gibi konuşmalar duyulurdu. Yandaki sıralardaki seyircilerden sesler gelirdi. “Susun artık be kardeşim! Burada filmi izleyemiyoruz. Önce gelseniz olmaz değil mi?” Yandaki sıralardaki seyircileri rahatsız ettiğini anlayan geç gelen seyircilerden artık bundan sonra ses çıkmazdı.
 
Her güzel şey gibi film de son yazısıyla biter, salon yavaş yavaş boşalmaya başlardı. Artık izlenen filme göre kimi zaman ağlayarak, kimi zaman gülerek sinema salonu boşalırdı. Mavili sinemanın salon kapısını kapatır, üst salonda kalanlar var mı diyerek üst salona bakar, üst salonun da kapısını kapatırdı, sonra sinemadan sessiz ve ağır adımlarla çıkanlar, evlerinin yolunu hülyalı adımlarla tutardı.
 
 Akşam konuşmalarda ise şu konuşmalara şahit olunurdu.
 
 Kadın sinemadan gelen kocasına:
 
Bu saate kadar neredeydin? Kocası: Akşehir Saray Sineması’nda. Bir gün de beni sinemaya götürsene. Seni de götüreceğim. Hep böyle söylüyorsun, söyle ne zaman? Haftaya hayatım haftaya götüreceğim.
 

Hem haftaya Saray Sinemasına “sevgilim sen bir meleksin “ filmi gelecekmiş, film geldiğinde seni de sinemaya götüreceğim. Günler geçer, yemekler yenir, çaylar içilir, çocuklara masallar söylenerek uyutulurdu. Her gün sinemadan çıkanlar film hülyalarıyla uyurlar, film hülyalarıyla kalkarlardı. “Sevgilim sen bir meleksin “ filmi, Saray Sineması’na gelmez mi? Yoksa gelmemiş midir? Oysa o yalan hep sürer gider. “Sevgilim sen bir meleksin filmi geldiğinde seni de sinemaya götüreceğim, söz! “

(2007-AKŞEHİR)