“Beni tanıdın mı?” dedi, kadın.

 Kadın, şirket muhasebe müdürü Mustafa Bey’in kapısını çalmış, “Gir“ denilmeden de teklifsizce girmişti. Mustafa Müdür bu kadını tanıyamamıştı fakat bu ses kendisine yıllar öncesinden tanıdık bir kadın sesi gibi gelmişti.

Kadın tekrar; “Beni tanımadın mı?” dedi.

Müdür Mustafa’nın masasına biraz daha yaklaşmıştı. Mustafa bu sesi tanıyacak gibi oldu ama bu yüzü bir türlü hatırlayamıyordu. Bu saçlar. Gözler. Sanki ilk defa görüyordu. Aslında günler, geceler boyu sanki düşündüğü, sevdiği o değildi. Bir başkasıydı. Yıllar sonrası çıkıp gelen bu kadın kırk yıl öncesi hatırladığı gibi değildi. Değişmişti. Simsiyah saçlarına aklar düşmüş, yemyeşil gözlerinin yeşilliği solmuş, gençliğinin üstüne güz çökmüştü. Tanımıştı. Tanımıştı, fakat tanımazlıktan geldi.

Masanın önünde duran sandalyeye oturdu. Bacak bacak üstüne attı. “Benim” dedi, “Ben, Müzeyyen!”

Mustafa; “Tanıdım” dedi.

Müzeyyen Mustafa’ya: “Yine lisedeki gibisin, değişmemişsin.” 

“Sen biraz değişmişsin.”

“Ne gibi?”

Mustafa içinden geçeni; “Yaşlanmışsın, saçların beyazlamış.” diyecekti ama kendisini terk ederek giden, acımasız birisi için, onun gibi acımasız olamazdı. İçinden geçenleri söyleyemedi. “Bilmem” dedi, “Bana öyle göründün.”

Kadın içinden, acaba hâlâ beni seviyor mu diye düşünüyordu. Mustafa’yı o da yıllar önce çok sevmişti. Mustafa da onu unutmamalıydı. Aslında Mustafa kendisi için çok iyiydi. Ya Mustafa’ya karşı onun acımasızlığı. Terk edişi. Bırakıp gidişi. Aslında Mustafa’nın sevgisine karşılık o da Mustafa’yı çılgınca seviyordu. Gençtiler. Sevgi ve mutluluk onların da hakkıydı. Hep böyle birbirlerini sevecekler, hayat hep böyle geçecek sanıyorlardı; öyle olmadı. Mustafa’yı terk etti.  

Aralarında bir sessizlik oldu. Müzeyyen; “Muhasebe müdürü olmuşsun.” dedi.

 “Evet” dedi, Mustafa; “Ya sen? Ne yapıyorsun, neredesin?”

“Ben üniversitede öğretim görevlisi oldum. Sonra biraz daha okudum. Doktora filan derken profesör oldum.”

Mustafa: “Güzel! Beni terk ettiğine değmiş!”

Müzeyyen; “Öyle söyleme, ben hâlâ…” diyebildi, sözlerinin sonuna getiremedi.  

Kırk yıl sonra gelen lise aşkı onu bulmuştu. Kırk yılda neler olmadı ki. Kırk yılda hayatlarında neler değişmedi ki. Mustafa kendisini terk edip giden birisinin ardından ağıt yakacak değildi. Olmadı mı olmuyordu işte. Yakmadı da. N’oldu? N’oldu? Evlendi. Çoluk çocuğa karıştı. Eşini, ailesini sevdi. Müzeyyen diye birisi girmişti hayatına ya onu unuttu. Yıllar geçti. Yıllarla bir ömür.

Ya Müzeyyen, ya Müzeyyen! Yıllar sonra gelmişti. Bu nasıl bir sevgiydi. O da evlenmiş, bir yıl olmadan Adliyelerde Aile Mahkemesi Hâkiminin karşısında kendisini bulmuş, şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmamış mıydı? Müzeyyen’e kendisini terk ettiği için kırgın değil, kızgın değildi. Yıllarca üzüntüsünü içinde yaşatmamıştı. Hayat akıp gidiyordu. Bazen mutlulukla, mutsuzlukla, bazen acıyla, kederle.

Mutluluğu gençliğinde onu düşüncelerinde yaşatmasıydı. Evlerinin önünden geçmesi, pencereden Müzeyyen‘in kendisine el sallamasıydı. Buluşmalarıydı. Birlikte şehri gezmeleri, şehrin en işlek pastanesinde oturup konuşmalarıydı. Bir zamanlar mutluluk Müzeyyen’in adıydı. Mutluğunun diğer adıydı Müzeyyen. Artık yıllar geçmiş, zamanla Müzeyyen’i de mutluluğu da unutmuştu. Belki de Müzeyyen ile evlense de mutlu mesut olamayacaktı. Mutluluğu Müzeyyen ile özdeşleştirmek de saçmaydı. Belki de bu düşünceleriyle de saçmalıyordu.

Müzeyyen profesör olmuşsa o da bir şirkette muhasebe müdür olarak çalışıyordu. Mutluydu. Eşini de çocuklarını da çok seviyordu.

Mustafa; “Bir şeyler içer misin?” diye sordu.

Müzeyyen; “Sağ ol” dedi, “Almayayım”

Konuşulacak sözleri bitmişti. Keşke Müzeyyen hiç gelmeseydi. Yıllardır hatırlamıyordu. Şimdi nereden çıktı geldi? Kırk yıl öncesinin anılarını canlandırmaya mı gelmişti? Gelmeseydi. Görmeseydi. Şimdi, birbirlerini, gençliklerini, sevgilerini hatırlamayacaklardı.

“Kaç yıldır, çalışıyorsun?” dedi, Müzeyyen.

“Yirmi yıl oluyor. Sen?”

“Ben de.”

“Mutlu musun? Bak profesör olmuşsun…”

“Sevgisiz mutluluk olmuyor. Profesör de olsan, doktor da mühendis de… Sen mutlu musun?”

“Mutluyum, eşimi de çocuklarımı da ailemi de çok seviyorum…”

Müzeyyen; “Ben kalkayım artık. İzinliyim. Bu hafta Cumartesi, Pazar da buradayım. Pazartesi yine üniversiteye gideceğim… Seni görmem çok iyi oldu.” dedi.

“Benim de seni görmem.” dedi, Mustafa.

Kalktı. Mustafa sevindi Müzeyyen’in yanından gideceğine. İçinden; “Gitsin artık. Gitsin!” diyordu.

Müzeyyen; “Allahaısmarladık” diyerek, kapıyı sertçe vurarak çıktı.

Maziden, anılardan gelen eski sevgili, yitirilmiş bir sevgiliydi. Yitirilen şeylere de üzülmemek gerekiyordu hayatta. O da üzülmedi.

Şirketin çay ocağını arayarak; “Evladım sade kahvemi getirir misin?” dedi. Birazdan sade kahvesi geleceği için mutluydu.