Yazarken bile hâlâ ellerimin titrediğini hissettiğim o korkunç olayı anlatacağım… Dünyada kuraklığın baş gösterdiği, yeşilliğin, ormanların yok olduğu, göllerin kuruduğu, insanların su bulmak için her çareye başvurduğu, sıcaklığın elli dereceleri gösterdiği, dünyada sıcaklık dalgasının günden güne arttığı 23 Ağustos gecesinin sona ererken, bütün kasaba şiddetli bir yağmur fırtınasına yakalanmıştı. Korkunç bir yağmur yağıyordu, bu şimdiye kadar gördüğüm yağmurların en korkuncuydu.
Kasabadan göle üç kilometre kadar uzaklıkta oturuyorduk, fakat göl şiddetli fırtınalardan kurumuş, üzerinde tarım yapılır hale gelmişti. Şiddetli ve korkunç bir yağmur yağıyordu. Karanlık basmadan önce hava gayet durgun ve sessizdi.
O günün akşamı hep birlikte eşimle ve kızım Eda ile birlikte iştahsızca yemek yemiştik.
Biraz ötede yaşlıların kaldığı huzur evi vardı. Huzur ortamını bulmak için yaşlıların son demlerinde ormanlık bir alana yapılmıştı. Onun yanında birkaç ev kasabadan uzaktaydı. Eşim ve ben fazla konuşmadan oturuyor, kaybolan göle bakıyorduk.
Çam ağaçları sanki huzur evini yutmuş gibiydi.
Fırtına sessizliği kendisini bulutlarla göstermeye başlamıştı. Bu kasaba için bir umut olabilirdi, dört yıldır yağmayan yağmurlarla kasaba yağmura kavuşacak, susuz toprak suya hasretini giderecekti. Böyle bir bekleyiş, böyle bir ümit vardı.
Biraz ötede yazları küçük evine gelen Haydar Bey vardı. Haydar Bey kasabanın en zenginlerinden olup, biraz kendisini beğenmiş bir tipti. Onunla geçen yaz bahçe duvarı yüzünden bir tartışmamız olmuş, mahkemelik olmuştuk, bu yüzden kendisi ile aramız pek iyi sayılmazdı.
Bu arada eşim Selma çayları getirmiş, birlikte çaylarımızı yudumluyorduk.
“Birazdan yağmur yağacak, bulutları görüyorsun değil mi?” dedim.
“İnşallah! İnşallah!” diyordu.
Eşim boşalan çayları tekrar doldururken:
“Yalnız çok şiddetli bir yağmur olacak.” dedim
Güldü:
“Nereden biliyorsun?” diyerek, kuşkuyla sordu.
“Bulutları görüyor musun? Bunlar normal yağmur bulutlarına benzemiyor…”
Yıllar önce kasabadan uzak bu evi babam almıştı. Yazları dinlenmek, bu çam ormanlarından faydalanmak için.. Kendisinde astım hastalığı vardı. Belki de bunun için… Yıllarca biz de yaz aylarında buraya gelir, çam ormanlarının kokusundan yararlanır, gidemediğimiz tatillerimizi burada geçirirdik. Çok da güzel olurdu.
Birazdan diğer odada oyun oynayan kızım Eda da gelmişti. O da şimdi bizimle birlikteydi.
Gökyüzü bulutlarla kaplanıyor, adeta bulutlar birbirleriyle kenetleniyordu. Bunlar fırtınanın habercisi bulutlardı. Bu arada elektrikler kesildi. Gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başlamıştı.
Eşim sevinçle:
“Yağmur yağacak! Yağmur yağacakkkk! “ diyordu.
“Seni korkutmak istemem fakat bu çok büyük bir fırtına habercisi olabilir” dedim.
Aramızda bir sessizlik oldu. Gökyüzü şimdiye kadar duymadığımız bir sesle gürlüyor, ses evin içinde yankılanıyordu. Gökyüzündeki bulutlar adeta birbirleriyle savaşıyor, renkten renge giriyordu, birazdan ormanlık alanın üstünden, huzur evinden tüm ormanın üzerine kaplamaya başlıyordu. Yavaş yavaş bulut kümeleri on kilometrelik bir gökyüzünü kaplıyordu.
Küçük kızım:
“Baba korkuyorummm! Korkuyorummm! “ diyordu.
“Haydi pencerenin önünden içeriye girelim.”
Birlikte, eşim ve kızımla içerideki odaya girdik.
Gökyüzü fırın alevi gibi bir kızıllığa bürünmüş, korkunç şimşek sesleri duyuluyordu. Aniden başlayan yağmur birden şiddetlendi. Çok müthiş şimşek çakışları duyuluyor, düşen şimşekler ormanı yakıyordu.
Telefona uzandım. Aman Allahımmm! Aman Allahımmm! Telefon kesilmişti. Korkarak eşime ve kızıma döndüm.
“Telefonnnn! “ dedim. “Telefonnn!”
Eşimin gözlerinde korkuyu hissetmiştim..
Salona geçtik. Pencereden bakıyordum. Koca orman düşen şimşeklerle birlikte ağaçları yakıyor, şiddetle yağan yağmur, düşen şimşekten yanan ağaçları söndürmeye yetmiyordu.
Eşim ve kızım da pencereye yaklaştılar.
“Çekilin pencerenin önünden, ne yapıyorsunuz?”
Eşim ve kızım uyarımı hemen dikkate aldılar.
“Ya o yaşlılar? “ diyordu, “Ya onlar ne olacak?”
Yağmurla birlikte, rüzgâr da etkisini göstermeye başlamıştı. O da neydi öyle! Koca koca çam ağaçları rüzgârın etkisiyle devriliyor, korkunç sesler duyuluyordu. Odanın içinde kalmamız artık bizim için de bir ölüm olabilirdi. Ölümü sanki yakınımızda hissediyorduk. Gökyüzü sanki çatımıza gelmiş, gürlüyor, homurdanıyor, korkunç şimşekler çakıyor, orman yanıyor, fırtınadan ağaçlar birbiri ardına devriliyordu.
Eşim ve kızım evin altında bulunan kilere indiler. Odanın içi zifiri karanlıktı. Aman Allahım! Aradığın zaman kibriti bulamazdın ya… Yoktu işte… Neden sonra kibriti bulmuştum, ya kahrolası gaz lambası!
Kilere gittim. Kızım annesine sokulmuş, ağlıyordu. Kucakladım. “Korkmaaaa! Güzel kızımmmm! “ diye teselli ediyordum. Beş yaşındaki bir çocuğa söylenebilecek yalanları söylemeye başladım, fakat çocukla birlikte biz de korkuyorduk…
Fırtınayla birlikte rüzgâr bir saat kadar şiddetini sürdürdü. Yıllarca süren kuraklıktan sonra dünya böylesine bir fırtınayla karşılaşmıştı. Bu bizim kasabada böyleydi. Ya dünya bundan nasıl nasibini alacaktı.
Tam fırtınanın dindiğine rüzgârın şiddetini azalttığına inandığımız bir sırada kilerden yukarı kata çıkmıştık ki gökyüzünden yumruk büyüklüğünde buzlar yağmaya başlamıştı. Korkunçtu.Evin çatısındaki kiremitlerle, evin tüm camları düşen buzullarla birlikte tek tek kırılmaya başlıyordu. Her yere düşen buz tanesi “gümmm!” diye ses çıkartıyor, düştüğü yerde ses yapıyordu.
Gökyüzü hala kızıllığını koruyor, dinen fırtınanın ardından bu kez de düşen buz taneleri ekili alanları mahvediyor, kiremitleri, camları kırıyor, insana hayat hakkı tanımıyordu. Hava olayları bu gün çok garipti. Yıllardır yağmayan yağmur, kar, yıllar sonra fırtına olarak, yağmur olarak, şimşek olarak dünyaya gelmişti. Bu bir felaketti. Bu dünyanın sonuydu.
Bu gece çok korkunç olacaktı ve hala da yağan yumruk büyüklüğündeki buzlar bunun habercisiydi.
Bu felaket ne olabilirdi? Atom bombası deneyleri sonucu dünyanın dengesinin bozulmasının bir işareti miydi? Yoksa yeşil alanların yok edilmesi, yoksa her yere su bulacağız diye açılan kuyular mıydı? Ormanlık alanların talan edilişi miydi? Ey büyük Allah’ım yoksa bunlar kıyametin belirtileri miydi?
Tüm pencerelerin camları şiddetle gelen buz parçalarından kırılmış, esen fırtınada perdeler kopmuş, cam kırıkları evin her yerini kaplamıştı.
Aşağıda kilere indik. Gaz kokusu odanın içini kaplamıştı. Kızım eşimin kucağında uyumuştu.
“Sen de yat artık Selma, sen de yat! “ dedim.
“Ben uyuyamam ki…” diyordu. Birazdan o da derin bir uykuya dalmıştı.
Ben sabaha kadar uyuyamamıştım. Bu gece sabah çok geç olacaktı.
…ve fırtına hala devam ediyordu.
****
Geceden sonra hava açılmış, güneş ışıklarını kasabaya yayıyordu. Şiddetli yağmur, fırtına ve yağan buz kalıpları ile birlikte temiz bir hava kasabaya egemen olmuş görünüyordu.
Hava masmaviydi, fakat orman talan olmuş, yüzlerce ağaç akşamki fırtınadan devrilmişti. Elektrik kabloları kopmuş, telefonlar kesilmiş, televizyonlar, radyolar çalışmıyordu. Kopan elektrik tellerinden ağaçların çoğu yanmıştı.
Biraz ötede ağaçların arasında kaybolan huzur evinin üzerine üç büyük çam ağacı yıkılmış, onun yanındaki komşumuz Haydar Bey’in bahçesi talan olmuş, evin önünde duran aracının üzerine de bir çam ağacı devrilmişti.
“Baba evimize gidelim. Kasabaya gidelim.”
“Gideceğiz kızım. Gideceğiz…”
Eşim kızımı alarak eve götürdü.
“Ben içerideki camları temizleyeyim”
“Tamam hayatım…Ben de yolumuzu kapatan şu çamları yoldan uzaklaştırmaya çalışayım..Korkma..”
“Korkmamak elde değil… Ya tekrar…”
Eşimi sakinleştirmek için :
“Hayır olmazzz!” dedim ya benim de içimdeki korku hâlâ bitmemişti.
Yola devrilen ağaçları temizlemeye koyuldum, bir yandan da kopan elektrik tellerini uzaklaştırıyordum.
Neden sonra omzuma bir el dokundu. Bu Haydar Bey’di. Kendisiyle bahçe yüzünden geçen yıl tartışmıştık, fakat yüzünde korku dolu bir hal vardı.
“Kolay gelsin!”
“Sağ ol.!”
Haydar Bey eski Haydar Beye hiç benzemiyordu. Sesinde bir hüzün, mutsuzluk vardı.
Geçen yıl birbirimize kırıcı kelimeler söylemiştik. Benim yanıma kadar gelen Haydar Beyle nasıl konuşacağımı bilemiyordum. Bu yaz da kasabadan dinlenmek için gelmişti demek… Kendisini fazla da göremezdim. Haydar Bey kasabanın zenginlerindendi. Her şeyi para ile halledebileceğini sanan bir hali vardı. Her kasabada böyle birileri bulunurdu. O da onlardandı işte. Hala şişman vücudunda fazlalıkları bulunuyordu. Geçen yıl da eşini kaybetmişti, fakat hâlâ bir şeylerden ders almamış bir hali vardı ki kayıtsızca insanlarla alay eder, parmağına taktığı altın yüzüklerle, boynuna geçirdiği altın zincirleri göstermesini pek severdi. Zenginliğiyle övünmesini o kadar çok severdi ki eşinin ölümünden sonra kendisinden yaşça küçük bir kızla evleneceğini de düşünmemiş değildim; fakat bu kez beni yanıltmıştı.
Birlikte ileride devrilen bir çam ağacının yanına gittik.
“Geçen yılki olay için çok üzgünüm! “ diyordu.
“Önemli değil…” dedim.
Aslında önemliydi, fakat sesindeki mutsuz tavır, bir yıl kadar önce eşini kaybetmesi beni derinden etkilemişti. Biraz kendisini beğenmiş, insanları küçük gören bir hali vardı ama sonunda o da insandı…
“Eşinizi kaybetmişsiniz, çok üzüldüm.”
“Evet, evet takdiri ilahi.”
Aramızda uzun bir sessizlik oldu.
Haydar Bey kendisinden beklenmeyecek bir söz söyleyerek:
“İstersen şu devrilmiş ağacı birlikte yol kenarından uzaklaştıralım…”
Haydar Bey beni şaşırtmıştı:
“Haydi! “ dedim.
Birlikte yola devrilmiş çam ağacını birlikte itmeye çalışıyorduk.
Eşim kızımla birlikte çay getirmişti.
Haydar Beyle ağacı yolun kenarına itmiştik.
“Teşekkür ederim” dedi.
“Sizin evinizde çok zarar var mı?”
“Evin tüm camları kırıldı, bak görüyorsundur, iki büyük çam ağacı evimin üstüne yıkıldı. Eşimin ölümünden sonra bu benim için ikinci büyük felaket oldu…”
“Üzülme… Birlikte… “
“Tabii dostum! “ dedi, fakat, geçen yılki sözleri onurumu kırmıştı…Benim bahçeme doğru sınırını genişletmişti ya..
Evimin önüne yıkılan iki çam ağacını yol kenarına itmiş, çaylarımızı içmiştik.
Yapılacak çok iş vardı… Neden sonra bahçeden çıktık…
Kasabadan sirenlerini çalarak bir ambulans geliyordu. Aman Allahım! Yoksa.. Evet, evet… Ormanlık alanın içerisine doğru gidiyordu. İlk aklımıza gelen huzur evi oldu. Huzur evinin tüm camları kırılmış, çatısı uçmuştu.Bir kilometre kadar ilerde olan huzur evinde yaşlılar topluca kapının önünde toplaşmışlardı..
Ambulans huzur evinin kapısının önünde durdu.
Haydar Beyle huzur evinin kapısına doğru gidiyorduk..
“Allahım yoksa …”
“İnşallah ölen yoktur.” Dedim.
Ambulanstan bir doktor ve iki hemşire bir de ambulans şoförü olmak üzere koşar adım huzur evine doğru koşuyorlardı.
İlk gördüğümüz huzur evinden Mehmet’ti. Geçen yıl huzur evine gelmişti Mehmet Amca.. Seksen yaşlarında vardı; ne dediğini bazen karıştırıyordu, bir anlattığını bir daha bir daha anlatıyordu, bunak değilse de bazen zırvalıyordu. Bunları genelde konuşacak pek kimse bulamadığı için bana gelerek, kendisine bakmayan oğlundan, kızından bahsetmesinden, kendisini huzur evine attıklarından sürekli olarak bahsetmesinden biliyordum. Tanışmışlığımız buradan geliyordu.
Yıkılan çam ağacının üzerinde oturan Mehmet Amca’nın omzuna dokunarak:
“N’oldu?”dedim.
“Sorma, dedi. Kasım, Kasım’ı kaybettik…”
“Nasıl oldu?”
“Çok iyi arkadaşımdı. Dünkü fırtınada kalp krizi geçirdi. Ne hastaneye yetiştirebildik, ne doktor çağırabildik.”
“Üzülme dedim, üzülme… Ben varım… Bizler varız…”
Gözlerinden yaşlara hâkim olamıyor, ağlıyordu.
Birazdan sedyeye yatırılmış bir şekilde, Kasım’ı da huzur evinden çıkartılar.
Olayı az buçuk anlamıştık..
“Dönelim Haydar” dedim, “ Dönelim…”
Evlerimize doğru dönüyorduk, huzur evi matem evine dönmüştü.. Dışardan huzur evinden gelen ağlayış seslerini duyuyorduk.
İçimizde hüzünlerle, kopan elektrik tellerine, yıkılan ağaçlara, yanan ormana aldırmadan kederle yürüyorduk…
***
Kasabaya doğru yanıma Haydar Beyi de alarak benim Jeep ile birlikte yola koyulduk. Haydar Beyin artık kendini beğenen tavırları yerini sessizliğe almıştı. Bir ara:
“Çok felaket bir gece geçirdik” dedi.
“Haklısın”
Jeep yıkılmış, yanmış ağaçların arasından kıvrılarak geçiyor, yollar altımızda eriyordu. Önümüze gelen fırtınadan yıkılmış birkaç çam ağacını da Haydar Beyle yolun kenarına itmiştik.
Evet kasaba görünmüştü, fakat siren sesleri, ambulanslar sürekli çalışıyor, çatısı uçmuş, camları kırılmış, kopmuş ve yıkılmış elektrik direkleri adeta kasabanın küçük bir savaştan çıktığını gösteriyordu.
Küçük kasabada bir tane market, yanında büyük bir lokanta ve sinema salonu bulunuyordu, üçü de yan yana bulunan bu kasabada, marketin önü insan kalabalığıydı.
Yine biraz ötede bulunan hırdavatçı ve çatısı uçan camcı dükkânı da insan kalabalığıydı. Aracı camcı dükkânının önüne park etmeye çalıştım, fakat buraya konmuş araçlardan bu mümkün görünmüyordu. Sinir bozucu bir durumla karşı karşıyaydım.
Haydar Bey:
“Kahretsin, yer yok! “ diyordu.
Arabayı marketle, camcı dükkânının bulunduğu araba parkının en uzak ucuna bırakıp, Haydar Beyle yürümeye razı oldu.
Araçtan indik. Haydar Beyle elimizde yapacağımız alışveriş listesi bulunuyordu. Öncelikle camcıya gitmemiz gerekiyordu.
Camcıya doğru yürüdük.
Haydar:
“Hâlâ içimde bir endişe var.”
“Neden?”
“Gökyüzünü görüyor musun? Yine kara bulutlar…”
“Ümit ederim… yine bir fırtına kopmaz…”
“İnşallah!”
Sıraya girmiştik.
Neden sonra içeriye girebildik. İsmimizi verip, cam siparişlerimizi yapmıştık.
Gökyüzüne baktım. Gerçekten de endişelenilecek bir hava vardı. Bu endişemde haklı olabilirdim. Gökyüzü siyah bir buluta bürünmüştü.
“Acele edelim Haydar! “
Bu arada marketin yolunu tutmuştuk. Ne lazım olabilirdi? Ekmek, yağ, süt..Giriş kapısında sütleri almıştım. Biraz yürüyünce yoğurt, yağ derken… diğer müşterilerle de o kalabalıkta çarpışıyorduk.
“Haydar! Sen ne yapıyorsun? Biraz çabuk ol ! “
Haydar:
“Tamam! Tamammm! “ diyordu.
Çıkışa yöneldik. Ellerimizde paketlerle.
Alışverişimizi yaptık, aracımıza doğru yöneliyorduk, kara bulutların birden gün ışığını kararttığını gördük. Ortalık birden kararıvermişti.
Haydar:
“Aman Allahım!”
Ellerimizde paketlerle yolun ortasında donup kalmıştık.
En yakın iş yeri olan lokantaya girdik…Lokantada yirmiye yakın insan vardı.. Karanlıktan, fırtınadan korkmuş, yüzlerde umutsuzluk hâkimdi.
Evde yalnız başına bıraktığım eşim ve kızım vardı…
“Gidelim Haydar! “ dedim, “Gidelim”
“Delirdin mi sen ?”
“Bu karanlıkta…”
Eşim ve çocuğum için endişelenmeye başlamıştım.
***
Karanlık içinde birkaç kişiyi tanıyabilmiştim. Hepsi de kasabadan tanıdıklarımdı. Lokantasına girdiğimiz Lütfi. Garsonlarından Tayyar.. Avukat Hasan bunlardandı. Sadece akşamki fırtınadan sonra kalan artık yemekler, ekmek dolabında da elliye yakın ekmek bulunuyordu.
Avukat Hasan:
“Nasıl bir iştir bu?” dedi.
Haydar sigara yakmaya çalıştı.
Lokantada asılı “Sigara içmek yasaktır” levhasını gösterdim.
“Yasaksa yasak! “ diyerek sigarasını yaktı.
İçeride bulunan yirmi yaşlarında, kot pantolon giymiş, üzerinde kırmızı bir gömleği olan yirmi yaşlarında bir kız:
“Rahatsız oluyoruz beyefendi”
“ O zaman dışarıya çık”
“Sen çık terbiyesiz! “
“Kadın kız olduğuna bakmam…”
Önce ben, sonra diğer müşteriler Haydar’ın öfkesini yatıştırdık, sigarasını söndürttük.
Haydar kızmıştı.
Uzaklardan yangın sirenleri, ambulans sirenleri duyuluyordu.
Gök yine gürlemeye başladı.
Bir genç koşarak telaşla lokantadan içeriye girdi.
“ Karanlık, karanlık aman Allah’ım göz gözü görmüyor” diyordu.
Herkes susmuş, korkuyla birbirlerine bakıyordu. Lokantanın jeneratörü içeriyi aydınlatıyordu fakat zifiri karanlıkta dışarıda göz gözü görmüyor, gök gürlemesi ardından şimşeğin korkunç çakma seslerini lokantanın içinde hissettiriyordu.
Haydar Beye kızan genç kız:
“Burası çok pis sigara koktu… Ben daha fazla dayanamayacağım…”
Haydar Bey alaycı bir gülümsemeyle;
“Ne yapacaksın?”
“Dışarıya çıkacağım…”
“Çık o zaman”
Lokantacı:
“Hayır! Hayır! Bu karanlıkta, bu gök gürültüsü, bu fırtına da çıkmak …”
Kız kapıdan çıktı.
Elektrikli süpürgenin tozları yutuşu gibi bir ses duyuldu. Sadece bu…
Lokantacı Lütfi:
“Aman Allah’ım bu da neydi?”
Haydar:
“O aptala söylemiştik”
“Tamam Haydarrrr!”
Lokantadaki yirmi kişide büyük bir sessizlik oldu..
Ölüm kapıdaydı; bu elektrik süpürgesi gibi ses çıkartan ne olabilirdi. Bir hortum muydu ki kapının ağzına gelmiş, genç kızı yutmuştu…
Herkeste endişeli bir bekleyiş başlamıştı.
***
Yirmi kişi şimdi pencerenin önüne toplanmış dışarıda neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Hepimizde bir korku vardı.
Avukat Hasan:
“Dışarıda bir şeyler oluyor, bir şeyler dolaşıyor..” derken, sesi titrek bir sesi andırıyordu.
“ Ne olduğunu bilmiyoruz.”
Lokantacı:
“Şimdi ben ona gösteririm” diyerek, eline döner bıçağını almıştı.”
Avukat Hasan tabancasını belinden çıkartarak:
“Bu işi bana bırakın…”
Karanlık daha bir koyulaşıp, bazen aydınlanır gibi olarak gri bir renge dönüyordu.
Kadınlardan birisi bayıldı. Lokantanın ortasına yatırıp, ellerini, yüzünü kolonya ile ovmaya başlamışlardı. Saat dokuza geliyordu. Karanlığın koyuluğu oldukça kendisini hissettirmeye başlıyordu. Bayılan kadını ayıltmaya çalışan birkaç kişinin dışında hepimizin gözleri camda belirecek şekildeydi…
Camın önüne bir karaltı gelmişti.
Avukat Hasan : “Allahım bu da nesi? “ diye haykırmıştı.
Lokantacı elindeki döner bıçağını savurarak:
“Bırakın beniii! Bırakın da canını okuyayım!…”
Lokantadaki diğer müşteriler şu anda haykırıyor, kendi aralarında bir şeyler söylüyorlardı. Çoğu yaratığı görmek için önlere doğru geliyorlar, camdaki yaratığı görmek için çalışıyorlar, adeta birbirlerini itiyorlardı.
“Durunnnn! Durunnnn! “ diye haykırdım. “Camı kırdığınız anda içeriye girerler…”
Biraz sakinleşmişlerdi; ama korku.. Korkularını dindirmenin bir çaresi yok gibiydi.
Karanlık yerini gri bir renge bırakıyordu ki üç yaratığın şekilleri belirmişti. Aman Allah’ım onlarda neydi öyle? Yaratıklar bir metre kadar boyunda, gövdeleri kırmızı etten, başları inek başları gibi gözleri – eğer göz ise- patlak patlak bir yumruk büyüklüğünde, olduğu yerde dönebilen, yarımşar metre kanatları bulunan, ağızlarından kanlar akan yaratıklardı.
Lokantacı:
“Bunlar da ne böyle?”
Avukat Hasan tabancasını iki eliyle kavrayarak:
“Şimdi onlara göstereceğim!” diye haykırıyordu.
“Dur Hasan! Durrrrr! Bırak deliliği…”
Haydar:
“Bırak gebertsin şu yaratıkları…”
“Hayır! Hayır olmazzzz! Ya öldüremezse? İçeri girdiklerini düşün. Biraz önce dışarıya çıkan kızı …”
Şu anda Avukat Hasan’ı ve lokantacıyı tutmuş, dışarıya çıkmalarına izin vermemiştik.
Biraz önce bayılan kadın ayıltılmış, lokantanın bir sandalyesine oturtulmuştu…
Yaratıklar kanatlarıyla camlara çarpmaya başladılar. İçerdekiler korkuyla haykırıyor, çığlıklar atıyorlardı.
Lokantacı:
“Yeter artıkkkkk! “ diyerek, kapıyı araladı.
“Dikkatli olllll!”diye bağırdım.
O kargaşa ve gürültüden sesimi duyuramadım.
Lokantacı kapıyı aralamasıyla, elindeki döner bıçağını ilk yaratığın karnına saplaması bir olmuştu. Şimdi yaratıktan irin gibi yeşil bir kan akıyor. Yaratık olduğu yerde debeleniyordu.
Kapı aralığından Lokantacının sesi geliyordu.
“Geberrrrr! Geberrrrr! “
Kapının önündeki lokantacıyı ben ve Avukat Hasan hemen içeriye çektik. Üzerine kan ve irin sıçramış, yüzü olduğu gibi kan olmuştu. Yaratıklardan bir tanesini öldürmüştü; korkudan hala elleri titriyordu.
“Tamam, tamam onlardan bir tanesini hakladım” diyordu.
Hepimizin elinde lokantadan ele geçirdiğimiz, bıçaklar, kepçeler, şişler vardı, Avukat Hasan’ın ise tabancası…
Yaratıklardan bir tanesi ölmüştü ki bu bizim için bir ümit olabilirdi. Ya ölümsüz olsalardı…
****
Avukat Hasan tabancasını havaya kaldırdı.
“Dur!“ bile dememize fırsat bırakmadan, tekrar kapıyı aralayıp, kapıya yakın yaratığın üzerine kurşunları boşaltmaya başlamıştı.
Bir yandan da bağırıyordu:
“Hepinizi geberteceğimmm! Hepiniziiii!” diye haykırıyordu.
Yaratıktan kanlar fışkırıyor, hayvandan homurtulu sesler çıkıyor, yere yıkılan yaratıktan akan kanlar lokantanın kapısının içinden lokantaya doğru yayılıyor, lokantanın içini kan gölüne döndürüyordu.
Sonra diğerine ateş etmeye başladı, biz her şeyi lokantanın içinden bir film seyreder gibi seyrediyorduk.
Gözle görülen üç yaratık lokantanın önünde cansız bir şekilde yatıyorlardı. Hasan içerideydi, içeride olmasına, fakat tüm vücudu kandan görünmüyordu. Bundan sonraki bir saat çok zor ve ağır geçti. Karanlık iyice çökmüş, koyu bir renk almıştı. Sanki bu karanlık kıyametin bir habercisiydi.
Ya dışarıda başka yaratıklar varsa… Sabahı beklemek en hayırlısıydı.
Uyandığımızda dışarıda yatan üç yaratık ve güneşin doğduğunu görmüştük.
Bizim için kıyamet olan o fırtınanın başladığı andan itibaren ölümü her dakika yaşamış, yaratıklarla girdiğimiz mücadeleden zaferle çıkmıştık: fırtına başladığından bu yana üç gün geçmişti; fakat endişelerim hala yerini sevince bırakmamıştı, kasabadan uzak eşimi ve çocuğumu düşünüyordum. Ya orayı da yaratıklar basmışsa…
Hepimiz ailelerimizden ve dünyadan kuşku duyuyorduk.
Bir anda lokantanın kapıları açıldı. Karanlık kaybolmuş, yerini güneşe bırakmıştı fakat yapılması gereken yıkılmış evler, kesilmiş elektrikler, kırılmış camlar ve adeta savaştan çıkmış talan olmuş bir kasaba vardı.
Yaşadıklarım belki hayaldi, fakat gerçek olmasını hiçbir zaman düşlemediğimiz hayallerdi… Böyle bir tehlikeden habersizdik, kurtulma şansımız da yok kadar azdı.
Bu hikâyemi şimdiye kadar kimseye anlatmadım, hatırladıkça korktum. Bu sadece bizim için değil dünya içinde bir KARA ÖLÜM’ dü. Karanlıktan gelen bir ölüm gelip bulduğunda hayallere yer vermeyecek, dünyamızı belki gökyüzünden belki de yerin derinliklerinden yer üstüne çıkacak garip yaratıklar saracaktı; uzaydan da gelebilecek tehlikeleri unutmamak gerekirdi.
Hayallerden kurtulup uyumam gerekiyordu. Gece yarısını çoktan geçmişti.
Bunları yazmam gerekiyordu ve yazdım.
Gazeteye verdiğimde, yarın okurlar şunu söyleyecekti: “Bunca işin içinde bunları nasıl yazıyorsun?”
Onlara peşin peşin şöyle seslenmek istiyordum : “Karanlıkta”
BİTTİ