( 18 Mart Çanakkale Zaferi Nedeniyle )

(Bu hikâye İtalyanların Akşehir’de kaldıkları dönemi anlatır. Hikâyeme başladığımda bir Akşehirli olarak, ürkek çekingen ve cansızdım. Yazacağım hikâye benden çok Akşehir’i ve insanını, Akşehirlilerin zafere giden bu amansız yolda çektiği sıkıntıları anlatmalıydı. Bilmem başarılı olur muyum? Bu güne kadar yazılması gerekip de yazılmayan bir hikâye olmalıydı. Bu düşüncelere hikâyeme başlamak istedim. Gayret benden, yardım ise Allah’tandır, diyerek hikâyeme başlıyorum.)

AKŞEHİRLİ KÜÇÜK ŞEHİT

Yıldızların bile ümidini yitirdiği bu serin koyu karanlık Mayıs gecesinde kederli Akşehir, gündüz ki İtalyan zulümlerinden bitkin bir halde ümitsizce uykuya dalmıştı.

Akşehir Çayı’nın sesi gecenin sessizliğini bozuyor, coşkun suların gürül gürül akan sesi şehri kaplıyordu. Çayın biraz ötesinde ki dağlardan şehre doğru hafif bir serinlik geliyor, bu serinlik az ilerdeki Gâvur Mahallesi’nde dalgalanıyor, sonra da Türk Mahallelerinin sık ve geniş çatılarına çarparak şehre yayılıyordu. Bu gece Akşehir sanki sonu hiç gelmeyecek bir karanlığa gömülmüştü. Millet sahipsiz, halk perişandı.

Çay Mahallesi sırtlarını Sultan Dağları’na, yüzünü Çaya vermiş birer katlı, köhne evlerle doluydu. Çayın ikiye ayırdığı mahalle evlerinden komşu anaların sesleri gelirdi. Başı yazma örtülü kadınlar ellerinde bakraç okulun bahçesindeki çeşmeden su almaya giderler, saçları örgülü küçük kızlar evlerinin önünde sakız çiğner, yırtık, yalınayak, başıkabak küçükler kapı önlerinde annelerinin gözlerinin önünden ayrılmazlardı.

Bu mahalle, savaş halindeki ülkenin herhangi bir şehrindeki mahallelerden farklı değildi, yoksul mahallesiydi. Toplanılan evlerde de gizliden gizliye İtalyan gavurunun Akşehir’den bir an önce defolup gitmesinden bahsedilirdi.

Çay Mahallesi ve diğer Türk mahalleri İtalyanların Akşehir istasyonuna girmesiyle daha da bir hareketlendi, canlandı. 15 Mayıs’ta İzmir’in işgali Akşehir’e ulaştığında ise Akşehir halkı tepki göstermekle gecikmedi, başta Akşehir Müftüsü Hacı Mustafa, Belediye Başkanı,Akşehir eşrafından Rüştü, Ömer, Hacı Mustafa, Şemsettin Ali, Abdullah Efendiler Akşehir Halkı adına Sadarete işgali protesto eden telgraflar çektiler. İtalyanların Akşehir İstasyonu’nu işgali ile Anadolu’nun diğer yerlerinde olduğu gibi Akşehir’deki Gavur Mahallesinden Rumlara Bermende’den bazı Ermenilere gün doğmuş, Türklerle yıllardır iyi geçinen bu insanlar Türk Mahallelerinde taşkınlıklar yapmaya başlamışlardı.

Küçük Sabri, Hıdırlık yamacındaki evlerinden yorgun bir şekilde uyandı. Sabaha kadar uyumamıştı. Tam dalmıştı ki,

Annesi Habibe: Oğlum, kalk haydi kalk! Diyerek başucuna gelmişti.

Hava serin ve bembeyazdı. Hıdırlık’tan Akşehir üstüne temiz bir çam havası geliyor, kuşlar cıvıldaşarak uçuyordu. Sabri yatağından kalktı. Yarı açık yarı kapalı gözlerle evin penceresinden baktı. Dışarısı sakin ve tenhaydı. İri kahverengi gözleriyle elbiselerini aradı.

Evlerinde, bir ağabey, bir annesi bir de kendisinden başka kimse yoktu. Yıllarca süren ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen savaşlarda, babasının şehit haberi gelmiş, ağabeyi Mehmet Ali de savaşta bir ayağını yitirmiş olarak geri dönmüştü.

Birkaç Rum genci ellerindeki Yunan bayrakları ile bağırarak pencerenin önünden geçiyorlardı.

Sabri: -Anaaaanaaa Rumlar! Rumlar geçiyor be! Diye bağırdı. Annesi Habibe: -Sabri oğlummm! Gel, pencereden bakma. Diye seslendi. Bu arada ağabeyi Mehmet Ali Rumların seslerine uyanarak diğer odadan gelmişti. -Gel Sabri gel. Diyerek, çocuğun başını okşayıp pencerenin önünden aldı.  Sabri başı önde üzgün bir şekilde pencerenin önünden ayrılırken:

-Aman Allah’ım bu nasıl bir savaştır, diye sayıklıyor, işittiklerine inanamıyor, savaşa bir türlü akıl erdiremiyordu. Kapılarının önünden Yunan bayraklarını sallayarak geçen Rumlar şimdiye kadar bu ülkenin ekmeğini yiyip, bu ülkenin havasını soluyan insanlar değil miydi? Bunlar olsa olsa bir kâbus olmalıydı. Bu kâbus, onu derin üzüntüler içerisinde boğuyor, sevgi dolu kalbini acıtıyordu. Savaş dedikleri babasını cephede şehit, ağabeyini gazi eden bir şey miydi? Ya Türk Milletinin geleceği, düşünüyor düşünüyor, bir yerde düşünceleri de bitiyordu.

Savaş anılarını dinlemişti ağabeyinden. Savaşın acımasızlığı, korkunçluğu tüm bedenini sarmıştı. Hızlı düşünmek onu yoruyor, başına deli ağrılar giriyordu.

Düşman yurdu işgal etmiş, güzelim şehirleri topa tutarak her yeri ele geçirmeye kalkmıştı. Hiçbir millet böyle bir esarete tahammül edemezdi. Akşehir ‘de Akşehirliler de etmeyecekti. Akşehir İstasyonundan defolup giden İngilizlerin İzmir’i işgal ettiği haberini ağabeyinden almamış mıydı? Nasıl ki İngilizler Akşehir ‘den gitmişse, İtalyanlar da defolup gidecekti. Düşman işgaline Türk Milleti tarihler boyunca tahammül etmemişti, hiçbir zaman de etmeyecekti.

Mehmet Ali: -Otur bakayım Sabri, dedi, Otur hele.  Mehmet Ali: -Hiç korkma Sabri hiç. Ne İzmir’e, ne güzel yurdumuza ne de Akşehir ‘e yapılan saldırılara hiçbir Müslüman evladının göz yummayacağını, kanlarını bu uğurda akıtmaktan çekinmeyeceğini bilmelisin.  -Korkmuyorum ağabey. Mehmet Ali olmayan sol ayağını göstererek: -Bak görüyor musun? Bak ayağıma, bu ayağı, vatan için, millet için verdim, gerekirse uğruna canımı da vermeye hazırım.  Sabri: -Ama ağabey, diyebildi, ama ağabey…. Mehmet Ali: -Ne Rum’u, ne İtalyan’ı, ne İngiliz’i, ne de Fransız’ı bu topraklarda barındırırız. Geldikleri gibi defolup gidecekler, defolup gidecekler! Bu millet sahipsiz değil! Türk Milleti sahipsiz değil! Diyordu.

Rum çocukları başı açık gezerdi. Sabri ise fesini kaybetmişti, o da başıkabak gezmeye başlamıştı. O gün de yine evlerinden fessiz bir vaziyette çıktı. Sabri on iki yaşlarında, zayıf bir çocuk olmasına rağmen, uzun boylu, fakat kendisinden beklenmeyecek bir kuvvete sahipti.

Çayın başında dört beş çocuk bir çocuğu aralarına almışlar, yer misin yemez misin dövüyorlardı.

Sabri koşarak çocukların yanına gitti. Ani bir hareketle çocukların arasına girerek, dayak yiyen çocuğu kurtardı.

Ağzı burnu kanayan çocuk: -Sağ ol, sen olmasaydın bunlar beni öldürürdü, diyor, bir yandan da ağlıyordu. Sabri: -Tamam, tamam ağlama artık.Adın ne ? -Oriste. -Rum musun? -Evet. -Nerede oturuyorsunuz? -Gavur Mahallesinde. -Annen baban? -Ölmüşler. Bu arada Sabri’nin ağabeyi Mehmet Ali de değneğine yaslanarak yanlarına kadar gelmişti. Çayın berrak suları ıslık çalarak uzaklaşıyordu. Bir güvencin sürüsü karşı çatıdan su içmek için ahenkle çaya indi. Mehmet Ali: -Kavga mı yaptınız yoksa? Neden kavga ettiniz? Sabri: -Ağabey biz kavga etmedik, ben Oriste’yi kendisini dövenlerin elinden kurtardım.  Oriste ağlayarak, -Sabri olmasaydı, diyebildi. Mehmet Ali: -Aferin sana Sabri… Bize de yakışan budur. Türkler kin tutmaz, aferin sana oğlum. Haydi, bize gidin annem kalan çorbadan Oristeye de koysun, karnını doyursun, elini yüzünü de bir güzel yıkasın. Nasıl oluyordu da Rumlar Türklere karşı böylesine düşman olabiliyordu. Sabri bunu anlayamıyordu. Geceleri pencerelerinin önünden Rumca türküler söyleyerek giden bu insanların amacı neydi? Akşehirlileri korkutmak, sindirmek mi? Naralarıyla Akşehirlileri korkutup sindireceklerini mi sanıyorlardı, ne Akşehirliler ne de Türk Milleti hiçbir zaman sinmedi, sinmeyecekti de. Bunu tüm dünya yakında anlayacaktı.  Sabri ve Oriste’nin arkadaşlıkları böyle başlamıştı.

Akşehir iplikçi Cami’nde öğle ezanı okunuyordu. “Allahüekberrr! Allahüekberrrr!”  

Namaza yetişmek isteyen Mehmet Ali hızlanmaya başlamıştı, başlamasına ama sağlam bir ayak ve bir koltuk değneğiyle nasıl hızlanabilirse o da öyle hızlanmıştı işte. Bir an sendeliyor, toparlanıp yeniden yoluna koyuluyordu. Aniden bir silah sesi duyuldu, ardından bir daha …”Pattt! Pattt!” Çatılardan güvercinler, dallardan serçeler uçtu.  Mehmet Ali: -Yine İtalyanlar, kudurdu bunlar diyordu, kudurdu köpekler! Allah vere de bir Akşehirliyi vurmasalar. Silah seslerinin ardından güvercinlerin kanat sesleri geliyordu. Akşehirliler pencerelerini kapatıyor, kadın kız, çoluk çocuk evlerine kaçışıyordu.  Çınaraltı bugün sessizdi, ortalıkta kimseler yoktu. Ne Kahveci Hamdi, ne Terzi Kadir, ne de Nalbant Mustafa, her gün buraya gelip giden İtalyanlardan bıkmış olmalıydılar. Belki de Kahveci Hamdi’nin kahvehanesinde toplanmışlardı. Camiye yaklaştı. Caminin kapısı önünde kalın çizmeleri ile kısa boylu bir İtalyan subayı yanında on kişiye yakın askeri ile duruyordu.  Komutan küstahça: -Ateşşş! Dedi Ateş edinnn! Birkaç asker yeniden İplikçi Caminin avlusundaki asırlık çınara ateş etmeye başladılar.  Silah seslerinin ardı arkası kesilmiyordu.  Mehmet Ali: -Ne yapıyorsunuz, ne yapıyorsunuz siz, deli misiniz? Burası kutsal bir mekân, dedi. Komutan pis pis sırıtarak: -Atış talimi! Yanındaki askerlerden birisi: -Sen de kimsin, sana hesap mı vereceğiz? Defol git buradan, dedi. Mehmet Ali: -Gidin başka yerde taliminizi yapın… Sizin inancınız yok mu? Bizler sizin kilisenizin yanında atış talimi yapıyor muyuz? Bu sırada Kahveci Hamdi, Terzi Kadir ve Nalbant Mustafa ‘da geldiler. Akşehir halkı da yavaş yavaş İtalyan subayı ve askerlerinin etrafını sarmaya başlamıştı.  İtalyan askerleri Mehmet Ali ‘nin üzerine doğru yürüyeceklerdi ki Akşehirliler birden askerlerin etrafını sardılar.  Kahveci Hamdi, Terzi Kadir, Nalbant Mustafa ve Akşehir halkı canları pahasına da olsa askerlerin etrafını sarmışlardı. Mehmet Ali biraz geride kalmış olsa da sol ayağına destek olan değneğine sıkı sıkı sarılmış, ilk gelen askerin kafasına yerleştirecek bir azimle duruyordu.  Komutan: -İstediğimiz yerde atış talimi yaparız, anladınız mı? Kahveci Hamdi: -Burada yapamazsınız! Terzi Kadir: -Buradan gidin! Nalbant Mustafa: -Biraz saygılı olun. İtalyan subayı, bu arada ellerinde çapalarla, küreklerle, sopalarla gelen Akşehirlilerden korktuğunu belli etmemeye çalışarak: -Sizin yeni efendileriniz bizleriz. İstediğimiz yerde atış talimi yaparız! Şimdilik gidiyoruz yarın yine geleceğiz.  Sizleri ve yaptığınızı unutmayacağım. Hele o topalı, hele o topalı asla! Haydi, çocuklar, haydi gidiyoruz! Akşehir İstasyonu’na doğru geldikleri gibi gitmeye başladılar. (SÜRECEK)