Osmanlı zamanın da havanın aşırı soğuk olduğu bir günde, ermiş bir zat dışarıyı seyrediyormuş. Yoğurtçunun sesini duyup, hanımına “ Kap getir yoğurt alayım” demiş. Hanımı “Yoğurt var. İhtiyacımız yok” diye karşılık verince, Mübarek de ”Bizim ihtiyacımız yok ama yoğurtçunun ihtiyacı var ki bu soğukta sokaktan üçüncü geçişi.” diye karşılık vermiş

 İyilik insanın kalbinden gelince, yapılanın hesabı yapılmaz. En büyük ihtiyacımız insanlığını hala kaybetmemiş kıyıda köşede başkalarına yapacağı iyiliği bekleyen, nesli tükenmek üzere olan insanlardır.

 

Şimdi ise benim merak ettiğim, eskiden olan iyiliği nasıl oldu da tükettik? Neler yaptıkta insanların birbirine olan inancını, güvenini sarstık?  Birbirimizle alıp veremediğimiz neydi de, ıslak kaldırımlarda yatan çocukları bile görmezden gelir hale geldik? Oysa biz “komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin ümmetleriydik.

 

 Ben, Ela Karataş: Yazar değilim buraya sadece aklımdan geçenleri, cevabını bulmadığım soruları yazıyorum. Gün gelir birileri bunu okurda cevap verirse diye… Tutuğum bu notların başkaları için anlamı var mı bilmem? Ama bildiğim benim kafamdaki bu sorular aslında birçok insanında kendine sorduğu sorulardır.  

 Şimdiki zamanda facebook üzerinde birkaç güzel söz paylaşılıyor. Dostluk adına, aşk adına, yardımlaşma, laf sokma, hayatları hakkında en ufak fikirleri olmayan şairlerin sözleri, okunmayan kitaplardan alıntı, en çokta olamayan insanlık konusunda ahkâm kesiliyor. Aslında paylaşılan sözün ne anlama geldiğini anlamayan, sözün üzerinde bile durmayan, içeriğini mesajını görmeyen, görse de önemsemeyen bir topluma dönüşüyoruz.

 Yapılan paylaşımlarla birbirimizin genel kültürünü ölçüyoruz. Oysa Sosyal medyada nasılda birbirimizi küçük düşürmenin savaşı içerisindeyiz...

 

 

 

 

 

 Ayşegül Selçuk’un ailesi ile tanımış çokta sevmiş. Kendi aralarında nişan taktılar. Ben ve Kamil Reis kız tarafı olduk. Babasını çağırmadı, düğüne gelir dedi.

 Sahaf dükkânımı açalı iki hafta kadar oldu. Pek öyle gelen giden olmuyor. Zaten burayı para kazanmak için açmadım. Bir uğraşım olsun, evimde boş oturacağıma sabahları gelebileceğim bir yerim olsun, en sevdiğim yanımda olsun diye açtım. Hala komşuluk kalmış çevre esnaflardan birkaç kişi hayırlı olsuna geldi. Dönerci, kahveci, birde iki dükkân ötemdeki tuhafiyeci... Günde en az 10-15 kişi falan geliyor. Onlar dışında bir de öğrenciler geliyor, test kitapları soruyorlar. Yok deyip çevirince üzülüyorum ama benim dükkânım da sadece eski kitaplar ve onların eşsiz kokuları var. Kitaplar hakkında konuşabileceğim birilerini bulduğum için gelenlere çay söyleyip, sohbet edip, birkaç söyleşi yapıyoruz . Gelen bir kez daha geldiği zaman mutlu oluyorum. Kamil Reis de arada uğruyor, çay içip kitaplar hakkında konuşuyoruz. Ona bazı kitaplar öneriyorum “okudum “cevabına ise artık şaşırıyorum. Bir iki bardak çay içip sohbet ediyoruz. Daha çok söyleşi yapıyoruz. Bir de içeride müşteri varsa Kamil Reisin konuşmaları çok büyük fayda sağlıyor daha çok müşteri topluyorum. Giderken bir kitap seçip, iki gün sonra getiriyor. 

“Al bakalım Filozof, oku da ufkun açılsın” diyor. Bugüne kadar ona hangi kitabı sorduysam, ya da götürdüğü kitapları nasıl bulduğunu sorduysam, hep aynı cevabı alıyorum. 

“Okumanın zararı var mı evlat, Kitapların hepsi birbirinden değerli güzel ve hepsinin öğrettiği şey hem aynı hem faklı. Hepsi okumanın güzelliğini öğretiyor, farkı ise içeriği Evlat. Keşke şimdi ki gençler mesaj okudukları kadar kitap okusalar…”

Hayatımı bir şekilde dengede tutmaya başladım. Bunda sonrası hayırlısı…

Günlerden Çarşamba, Ocak ayının ortasındayız. Dışarı da kar yağıyor. Dükkânım da oturmuş semaverimden çay koyup, kitap okuyorum. Kapı açılınca, irkildim ama kalan cümleyi okumak için kafamı kitaptan kaldırmadım. Gelen kitaplara bakar, aradığını kendi bulur ümidi ile biraz bekledim.

“Kolay gelsin, ben Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar adlı kitabını arıyorum.”

Son cümleyi bitirip kafamı kaldırdım. Gözlerime inanamadım.

“Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin isterim insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam…” (4)

“Esra’m”

“Ablam.”

( (4) Oğuz Atay/ Tehlikeli Oyunlar)

 Koştum, kardeşime sarıldım, arkasından Evra da girince dayamadım ağladım. Onları, Ayşegül’ü ne kadar da üzmüştüm istemeden.

“Gelin, gelin şöyle oturun. Ne kadar da büyümüşsünüz.”

Onlara sandalye verdim, bende masanın arkasındaki koltuğu çekerek yanlarına oturdum.

“Ablam, çok özledik seni.”

“Bende, burnumda tüttünüz. Altı yıl dile kolay görmeden geçti sizi…”

 “Neden döndüğünde aramadın abla?”

Bu soruyla karşılaşacağımı biliyordum. Cevabını ise hala bilmiyorum. En iyisi en çok hissettiğim şeyi söylemek.

“Korktum Evra’m,”

“Neden?”

“Sizler de yargılarsınız diye. Bu reddedilmişlik öyle bir şey ki? İnsan kendini bile kendinden soyutluyor. Başka bir insana dönüşüyor. Esra’yı aradım ama ya okulda oluyordu, ya da ders çalışıyordu Senin haberlerini de ondan aldım.”

“Niye böyle oldu abla?”

“Bir bilsem Esra’m. Nerede yanlış bir çözebilsem? Hadi boş verin bunları da anlatın bakalım Öğretmen Hanımlar. Neler yapıyorsunuz?”

“Bitti okul işte, Ben Edebiyat öğretmeni oldum, Esra da İngilizce öğretmeni.”

“Çok sevindim kuzularım. Sen neden kapandın Evra, Konya kapalı kesim etkisi oldu mu, kendi tercihin mi?”

“Kendi tercihim abla. Konya’ya gitmeden önce kapandım.”

“Tesettür yakışmış kardeşime… Sen Esra’m sen neler yapıyorsun?”

“Ben de iyim abla Isparta dayım biliyorsun. Arada kitap çevirmenliği yapıyorum. Asıl sen ne yapıyorsun? Sahaflık da nereden çıktı?”

“Ben kitaplarla mutluyum, başkalarının mutlu olması için elçilik yapıyorum.”

 Yıllardır görmediğim kardeşlerimle aynı yerden devam ettik. Tıpkı dayım ve annem gibi… Biz sohbete dalmışken, dışarıdan kadının birinin feryat figan bağırdığını duydum.

“Yetişin komşular!”

Dışarıya çıktım, kalabalık tuhafiyecinin orada toplanmış. İçeriye ikizlere hemen geleceğimi söyledim. Kadının sesi halen yeri göğü deliyordu sanki

“Yardım edin komşular, insanlık öldü mü?”

 Tuhafiyenin önüne geçip, kalabalığı delerek içeriye girdim. Yerde boylu boyunca yatan, kan içinde kalan adamın başında diz çökmüş kadın, hem ağlıyor hem yardım istiyordu. Adamın nabzına baktım ama maalesef çok geçti. Kadının kolunda tutup kaldırdım. Kolonyayla bileklerini ovdum. Kalabalık hala dışarıda kendi aralarında konuşup duruyordu. Biraz zaman sonra polis ve ambulansın sirenleri duyuldu. Kadın ağlamaya bile hali kalmamış öylece yarı baygın, yerde yatan adama bakıyordu. Adamı ambulansa aldılar, kadını da yanına bindirdiler. Polise kadının çığlıklarına koştuğumu, geldiğimde onu adamın başında ağlarken bulduğumu söyledim. Dükkânıma geçip, biraz önceki manzaradan kurtulmaya, yıllar sonra gelen kardeşlerimle hasret gidermeye çalıştım. Ne yazık ki benimde insanlığım buraya kadardı…

 Akşam kardeşlerimle birlikte evde bol bol hasret giderdik. Ayşegül de gelince anladım ki aslında sahip olduklarım bana yeterdi. En azından yalnızlığıma mahkûm olmayacağım şu birkaç gün… Yemekten sonra birlikte sinemaya gittik, oradan bir kafede oturup kahve içtik. Kamil Reisi arayıp taze çayın varsa misafirlerim var dedim. “Buyursunlar çayımız herkese yeter, gönlümüz de dosta bolca yer var” dedi. Evra bir edebiyatçı olarak Kamil Reisi çok sevdi ama Esra için aynı şeyi söyleyemem. Sohbet boyunca elinden telefonu düşürmemiş, sohbete karışmamıştı. Pek Esra’nın tarzı değildi. O hayatı ciddiye almayanlardı. Burada harcadığı vakti bir gece kulübünde öldürmeye yeğlerdi.

 Sabah erkenden kalkıp kahvaltı hazırladım. Birlikte kahvaltı yapıp dükkâna geçtik. Dışarıda anahtarları ararken kahvede dünkü olay konuşuluyordu. Alacak verecek davasıymış. Adamı gelip dükkânının orta yerinde bıçaklamışlar. Çok fazla oyalanmadan kapıyı açtım. Evra hemen Necip Fazıl’ın şiirlerinin toplandığı, Çile kitabını eline alıp, bir sandalyeye geçti. Biz de Esra ile biraz muhabbet ettik. Hayatında biri var mı diye sordum. Lisedeki konuştuğu çocuk, mimar olmuş yakında nişanlanacaklarmış. Bende gelebilir miymişim? Tabi ki dedim seve seve. Kardeşimin bu özel günüde bende orada olacağım. Annem ve babama kırgın olduğumu ama kesinlikle küsmediğimi söyledim. Aramadığımı buna henüz cesaret edemediğimi, belki bir gün çıkıp Muğla’ya gideceğimi söyledim.

 Kardeşlerim Sömestr tatilini ikiye ayırmışlar. Benim yapmadığımı yapıp beni ziyarete gelmişler. Bir hafta bende kaldılar sonra da Muğla’ya gittiler. Giderken beni de davet ettiler. Şimdilik dükkânı emanet edebileceğim kimse yoktu. Hem daha yeni açmıştım. Sonra giderdim nasılsa…

Gidebilir miydim? Babamın gözlerine bakıp, seni afettim diyebilir miydim? Gittim…