İnsanın ve kentin yalnızlığının hissedildiği zamanlar. Sessiz, sakin saat saatler, sabahın sekizi. Kent uykudan yavaş yavaş uyanmakta. Nedense bu kentte sabahın erken kalkanları benim gördüğüm kadar ekmek fırınlarında çalışanlar, çay ocaklarını açanlar, lokantalar, sanırım bir de ben erkenden kalkıyorum. Bu erkenden uyanmak bende yıllardan bu yana gelen bir alışkanlık. Erkenden uyanır ve şehrin tertemiz havasını içime çekmek için yürürüm. Yine o günlerden bir gün. Alanın karşısındaki çay ocağındayım. Şehir yalnız, ben yalnızım. Yalnızlığımı bir kat daha hissediyorum sanki şehirle baş başayız diye düşünürken ileride belediyenin kaldırım kenarlarını temizleyen aracını görüyorum, kaldırım kenarlarını temizliyor. Her gün her gün temizlendiğini görüyorum. Bence, haftada on beş de bir olsa fazla masraf olmaz diye düşünüyorum. Her gün kaldırım kenarları mı tozlanır. Bana neyse! Sonra bir bardak çay daha geliyor ocaktan. Hava serin, bardağı avucumun içerisinde sıktırıyorum. Avucumun içi ısınıyor. İki şeker atıyorum bardağa, şekersiz çayı ben sevmiyorum. Zararlı diyorlar, doğrudur, sadece şekeri çayda kullanıyorum, başka da tatlıyı, çikolatayı, baklavayı sevmiyorum. Neyse. Bir çöpçü geliyor. Masaların etrafını süpürüyor. Bu arada saat dokuza doğru oyuncakçı geliyor. Onun yanında telefoncu. Bilgisayarcı ardından ayakkabı tamircisi derken alandaki dükkanlar yavaş yavaş açılmaya başlıyor.
Gençten bir kadın eline aldığı çorapları satmaya çalışıyor, Masaların arasında geziniyor. Birkaç oturan çoraplardan alıyor. Kadın ekmeğinin derdindeydi, çay ocağının sahibi kadını “tamam, tamam müşterileri rahatsız etme” diyerek kadını çay ocağının önündeki masaların arasından çıkarttı.
Telefoncu dükkânın önünü süpürmeye başladı. Ayakkabı tamircisi tamir edilecek ayakkabıları çıkarttı. Tostçu tost makinasını çalıştırdı ki etrafı kaşarlı, sucuklu bir tost kokusu sardı.
Alanın ortasında bir hazırlık var. Kocaman bir tır geldi. Tiyatro mu, konser mi, çocuklar için bir gösteri hazırlığı mı derken, sandalyeler indirildi, sonra sahne kurulacağı anlaşılan malzemeler Dev gibi iki tane kolon. Arada konuşmalar “Kolonları düzgün tut. Düşüreceksin…Oraya değil!” gibi sözler işitiliyor.
Ayakkabıcının biraz ötesinde sazı, mikrofonu ve amfisi ile bir kişi oturdu. Şarkı söylemeye başladı. Anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Birkaç esnaf “buradan kalk” dediler. Sazcı “babanın malı mı?!” diye terslenerek “isteyen istediği yerde oturur” diyordu. Sazın ve anlaşılmaz nağmelerinin ardından, biraz sonra sokak çalgıcısı, sazı ve mikrofonu ile alandan kaldırdılar. Şehir alanından aşağıya doğru söylene söylene gidiyordu.
Saat ona doğru geliyordu. Kalabalığın içinde insan hep yalnızdı. Şehrin alanı da ben de elinde ekmek parası için çorap satmaya çalışan kadın, hatta yolları süpüren çöpçü, çay ocağındaki çaycı, saz çalan sokak çalgıcısı, ayakkabı tamircisi, etrafımı saran benim gibi çay tiryakileri de yalnızdı. Gün içinde sabahın saat onuna doğru yalnızdık. Gökteki yıldızlar kadar yalnızdık. Gün içinde bir efkâr çöktü, bir karanlık kapladı içimi. Aslında hepimiz yalnızdık, doğarken yalnız ölürken de yalnız olacaktı insan. İnsanın bu yalnızlıkta bir mücadelesi vardı. Hayatın kendisi buydu. Mücadeleydi hayat. Ekmeği derdindeydi insanoğlu. Yalnızdı ve ekmeğinin derdindeydi insan.
Üçüncü çayımdan sonra yalnızlığımla birlikte kalktım çay ocağından.





