“Türk milleti! Aksisin: Acıkırsan doyacağını düşünmezsin, bir doyarsan acıkacağını düşünmezsin. Öyle olduğun için besleyip doyurmuş olan hakanlarının sözlerini almadan her yere gittin, oralarda hep mahvoldun, tükendin.”

Yüzyıllardır rüzgârla konuşan bu söz, ne bir çağın öfkesini taşır ne de bir devrin adını; yalnızca zamanın sessiz tanığıdır. Bilge Kağan’ın yüzyıllar önce dile getirdiği bu nasihat, bugün de geçerliliğini korur.

İnsan, içinde bulunduğu hâli kalıcı sanır. Açlık geldiğinde hep sürecekmiş gibi ürker; tokluk geldiğinde ise hiç bitmeyecekmiş gibi gevşer. Oysa hayat ne açlıkta durur ne de toklukta; geçip gider.

Belki bu yüzden düşünceye vakit bulamayız. Açken aklımız bedene esir düşer, tokkense rehavet zihni kaplar. Düşünmek, ancak açlık ve tokluk arasındaki ince bir dengede mümkündür. Ama insan o dengeyi sevmez; hep uçlarda kalmayı ister.

Bin üç yüz yıl önce yazılmış bu yazıt, insanın bugünü kalıcı sanma yanılgısını sessizce gösterir. Sözü öğüt vermez; yalnızca gerçeği işaret eder. “Şöyle olun” demez, “böylesiniz” der. Yargılamaz; yalnızca tanır.

Taşa kazınan sözler duruyor; ama biz hâlâ bakmayı öğrenemedik. Açken aceleci, tokken unutkan. Öğüt dinlemeye tok, ders almaya aç…

Belki mesele anlamamak değil. Belki mesele, anlamanın sorumluluğunu taşımaktan kaçmak. Çünkü öğrenmek, değişmeyi gerektirir. Değişmek ise insanın en çok direndiği şeydir.

Taş hâlâ orada duruyor; bakabilene fısıldıyor.