Alanın bir kıyısında çay ocağı var. İleride park. Çevre kuaför, çiçekçi, kitapçı, telefoncu, pide salonu gibi dükkânlarla dolu. Şuradaki boşluk, yıkılan kütüphane, yanındaki yıkılan belediye binasının boşluğu. Her iki boşlukta güzel otomobil garajı olmuş, boşluğu bulan otomobilini getirip park etmiş. Ne ala!

Biraz ileride Rüştü Bey İş Hanı. Gençler girip çıkıyor. Bayağı bir kalabalık. Geçen gün kapısından baktım. Merak! Çay içtim. Bir bardak çay otuz lira!

Neyse, ne diyordum eski Pervasız Gazetesi’nin yeri de çay ocağı olmuş. Kapısını görünce kapının girişinde Ahmet ŞENER ağabeyimi hatırladım, onun karşısında da Nihat AK Ağabeyimi, karşılıklı sigara içerler, odayı duman altı yaparlardı. O zamanlar lise sıralarındayım. Hey gidi günler! Hey! Öyle burada gazetecilik yapmak, böyle duayen gazetecilerin yanında bulunmak yürek isterdi. Allah rahmet eylesin ikisi de çok sevdiğim ağabeylerimdi.  

Yanımdaki bankta oturan altmış yaşlarında bir adam ve yanında yirmi yaşlarında bir genç var, yaşlı olan gence (eliyle karşı boşluğu göstererek) heyecanlı anlatıyor, ben de kulak misafiri oldum.

Buradaki sinema hiç yıkılır mı? Keşke kalsaydı. Nostaljik bir sinemamız olurdu, hem kışlığı ile hem yazlığı ile kalsaydı. Saray Sineması. Cumartesi, Pazar arkadaşlarla buluşur sinemaya giderdik, O zamanlar burada Saray Sineması ve yanında da yazlığı vardı, Saray Sinemasının yazlığı. O yıllar 1980 ‘li yıllar. Lise yıllarımız. Aşağıda Uzay biraz daha aşağılarda ise Uğur Sineması.

Yirmi yaşlarındaki genç;

-Yani şu koca alanda sinema mı vardı? Diyorsun.

-Evet evlat! Dedi, hem kışlığı hem de yazlığı ile Saray Sineması, Akşehir Belediye Binası ve (eliyle önündeki boşluğu göstererek) burada da Belediye Düğün Salonu.

Genç gülerek:

-Koca şehirde şimdi Belediye Binası dağılmış üç parçaya ayrılmış, dedi.

Adam;

-Maalesef! Dedi.

Gencin ayağına meydanda top oynayan çocukların oynadıkları top geldi.

Hafifçe vurarak alanda oynayanlara doğru vurdu.

Yaşlı adam:

-Şimdi burada eskinin anılarını tazelemek, geçmişin güzelliklerini yaşatmak adına on beş günde bilemedin ayda bir olsun Yazlık Saray Sineması’nın anılarını yaşatmak, bu Akşehir insanına o günün güzelliklerini yaşatmak adına yeniden sinema sahnesi düzenlense, ne bileyim közde çay, patlamış mısır dağıtılsa olmaz mı?

Genç:”  Hem de ne güzel olur. Renkli ışıklarla donatılsa, film gong müziği çalsa, genç, ihtiyar, çoluk-çocuk, sevgi içerisinde, mutlulukla, kardeşlik ve huzur içerisinde süper olur!”

Yaşlı adam: Harika olur, harika!

Genç: Kim duyar bizi, kim anlar ki! dedi.

Sonra bir sessizlik oldu aralarında, sustular.

Yaşam böyleydi, yaşlı amcanınkiler anıydı; gencin ise hayranlık. Akşehir’in geçmişine hayranlık. Bir acı vardı, tarifsiz. Yıllar geçtikçe kimse kimseyi anlamaz, arayıp sormaz oluyordu. Kimse kimseyi anlamaz oluyordu. Ne zaman böyle olduk? Hayatın binbir zorlukları, acımasızlıklar, sorumluluklar. Herkesin herkesi unuttuğu, bir yerlere savrulduğu yıllar. Yaşıyoruz, yaşadığımızı sanarak. Herkes yaşıyor. İnsan doğuyor, yaşıyor ve nihayetinde ölüyor. Doğru mu? Hayat diyoruz adına, yaşam diyoruz. Yaşıyoruz! Etrafa bir bakmalı. Yaşıyoruz ya! Herkes bir şekilde yaşıyor. Sabah işe, akşam eve.  

Yaşam acılarla, sıkıntılarla kendisini hissettiriyor.

Zamanın içinde parçalanmak, kaybolmak bir yazlık Saray Sineması’nın perdesinde akıp geçen zaman gibi tarifsiz, tanımsız bir acıdır. Kaybolan ümitler, kaybolan gençlik gibi,  hayat gibi. Tanımı yok. Tarifi yok.