Kitapçının kirli aynasında yüzüme baktım. Önce tanıyamadım, fakat sonra. Bu bendim. Az kalsın kendimi tanıyamayacaktım. Çivilenmiş, olduğum yerde adeta donmuş gibi kalmıştım. Yanımda öğrenciler var. Kitaplara bakıyorlar. Kitapçıdan bir delikanlı gazete aldı. Bir lise öğrencisi kurşun kalem aldı; bir müşteri sırasını bekliyor. Aynaya yeniden baktım. Sonra o soruyu tekrar kendime sordum; bu ben miydim? Rengim solmuş, suratım kansızlaşmış, saçlarım epey seyrekleşmiş, alnım yavaş yavaş açılmaya yüz tutmuş, saçlarıma, şakaklarıma aklar düşmüş. Sonra o soruyu tekrar kendi kendime sordum; “Bu ben miyim? Bu ellisini devirmiş adam ben mi oluyorum?”

Kalabalık bir caddedeydi kitapçı dükkanı. Önünde minibüs durağı ve banka. İnsanlar minibüse binip binip bir yerlere gidiyor. Bankanın önü dolu. İnsanlar sıraya girmiş. Hava soğuk. “Müdür Bey, çay.” diyor kitapçı. Çay demleniyor. Çayımı alıyorum. Kapı kenarındaki sandalyeye oturuyorum. Birkaç kitap beğendim, benim miydi bu seçtiğim kitaplar? Hangi yıldaydım, günlerden neydi? Hangi kitapları seviyordum? Kitapçının bu kirli aynası beni hangi yıla götürdü? Sahaf Mehmet Güleray’ı hatırladım. Ne çok kitap alırdım kendisinden. Akşehir ‘in kitapçısı. Akşehir’in, Akşehirlinin arayıp da bulamadığı kitaplar Mehmet Ağabeydeydi. O’nun benim bildiğim sahaf dükkânı, Elit Düğün Salonu’nun olduğu yerdeydi. Kaç yıl geçti aradan. Otuz. Kırk. Dükkanın önünde tahtadan bir tezgah üstünde kitaplar dizili bulunurdu. Sonra kapının sağ girişinde gazeteler, içerideki raflarda onlarca kitap. Sonra Akşehir’le Akşehirlilerle ilgili tarihi resimler. Sanırım eski paralar da vardı. Hangi zamandaydım. Hava soğuk. Kış olmalı. Günlerden neydi?

Gözlerim yorgun, uykusuz. Hangi hikaye kitabının, hangi romanın, hangi şiirin yalnızlığında, yorgunluğunda gözlerim. Kitap okumayı seven gözlerin yorgunluğu. Hayatı böyle yıllarla birlikte aynalarda buldum. Ne çabuk geçti yıllar. Yaşadım mı? Yaşadınız mı? Yaşamadan mı geçti acımasız yıllar. Yaşamadan bir ayna mı hatırlattı geçmişi.

Hayatın yorgunluğu, saçların beyazlaşması, alnındaki kırışıklar. Günler, aylar, yıllar geçerdi. Kendini zor tanırdı insan aynalarda. Çoğu kez bir ayna hatırlatırdı yılların zalimliğini. Örneğin, sevdim mi sevildim mi hiç bilmedim. Üzüntüler, kederler, belki mutluluklar, ızdıraplar. Hayatı yaşamadan yaşamış gibi olur ya insan. Böyle oldum. Sonra kitapçının sesi yankılandı; “Müdür bey, bir çay daha içer misiniz?” Ben cevap vermeden; “Çay ver müdür beye, çay sever.” dedi, yanında çalışan çocuğa. Çocuk boş çay bardağını elimden aldı. Sonra tekrar çayım geldi. İkinci çayımı da içtim. Yavaş yavaş evin yolunu tutturup yürüdüm. Kitapçıdaki yabancı kimdi? Bu kadar da değişir miydi insan? Değişmiştim.

Dükkan camlarına baka baka vitrinlere baka baka yürüdüm. Yalnız elliyi devirsem de içimde hâlâ bir gençlik vardı. Bana sorsan daha kendimi genç hissediyordum. Rengim solmuş, saçlarım seyrekleşmiş, şakaklarıma aklar düşmüşmüş, varsın düşsün. Hâlâ kendimi genç hissediyordum. Yayan caddeden evin yoluna doğru koyuldum. Artık ne dükkan camları ne vitrinler var kendimi tanıyamayacağım. Şimdi daha bir mutlu yürüyordum.