Sosyal medyadan kendisine ulaştım. Muhtemelen yakın zamanda çalıştığı hastaneye de gidip tanışmak istiyorum. Zira profilini incelediğimde sayfasından bu paylaşımda olduğu gibi benimde son derece değer verdiğim yaşanmışlıkları bir araya getirerek kitaplaştırdığını farkettim. Sonuçta karşıma çıkan bu etkileyici paylaşımı bende çok daha fazla insana ulaştırmak amacıyla kendi sayfamdan ve bazı gruplardan paylaştım.
Bu tarz kadim bilgilerin, yüzlerce yıllık bir geçmişe dayanan, adeta insanlık tarihinin yazıldığı bu topraklardan çıkabileceğini ve Mehmet Uhri gibi biz yazar-çizer erbabının da görevinin, bu kadim bilgileri insanlara ulaştırmak olduğunu düşünüyorum. Beni fazlasıyla etkileyen, her birimizin yaşadığı olaylar karşısında hatırlamamız gerektiğini düşündüğüm, kadim bilgilerle donanmış, Mehmet Uhri nin başından geçen yaşanmış öyküyü, bende sizlerle onun anlatımıyla bu köşeden paylaşmak istiyorum,
Bergama'nın eski kent merkezinin arka sokaklarında, "Kahvaltı Salonu" yazılı tabelasıyla o küçücük dükkânı bulmam biraz zaman aldı. Açıkçası bir market ya da mandıra bekliyordum.
Öğle saatlerine yaklaşmıştı. İhtiyar bir adam dükkânın önündeki sandalyede oturuyordu. Beni şöyle bir süzüp,
“Kahvaltı mı istiyorsun?” diye sordu. Başımı salladım. Masalardan birine oturdum.
Titreyen elleriyle, sıcak süt, bal, kaymak, ekmek ve peynirden oluşan mütevazı bir kahvaltı hazırlayıp önüme bıraktı. Ardından yeniden kapının yanındaki sandalyesine oturdu.
Karnımı doyurduktan sonra camlı buzdolabını işaret ederek,
“Eski tip Bergama tulum peyniri arıyorum. 'Varsa sende vardır' dediler. ‘Sizde de yoksa hiç arama,’ diye de eklediler,” dedim.
Ayağa kalktı,
“Az bekle,” dedi ve dükkândan çıktı.
Tabelasından masa ve sandalyesine, pirinç kefeli döküm terazisinden buzdolabına kadar her eşyası geçmiş zamanlardan izler taşıyan bu köhne kahvaltı salonunda, on dakika kadar sonra ihtiyar tekrar göründü.
Yavaş adımlarla, kamburlaşmış sırtıyla getirdiği peynir kalıbını tezgâhtaki yağlı kâğıdın üzerine koydu. Oradan kestiği iki dilimi, bıçağının ucuyla tabağıma bıraktı. Yine tek kelime etmedi.
Aradığım peyniri bulmuştum. Hazır bulmuşken fazlaca almak istedim.
“Vakumlama imkânınız var mı?” diye sordum.
“Kaç kilo lazım?” dedi. Sonra ekledi: “Yarın bu saatlerde gel, al.”
İzmir'e devam edecektim ama peynir uğruna Bergama'da konaklamaya karar verdim.
Ertesi sabah erkenden dükkâna gittim. Sundurmada kahvaltılarını bitirmiş üç kişilik bir aile kalkmaya hazırlanıyordu. İçeride, ailenin babası olduğu anlaşılan sakallı, irice bir adam, bizim ihtiyarla hararetli bir tartışmaya girmişti.
Adam da benim gibi peyniri beğenmiş ve dolapta gördüğü kalıplardan satın almak istemişti. Ancak ihtiyar, “Onlar sahipli,” diyerek vermeyince adam öfkelenmişti.
Sesini yükseltti:
“Böyle esnaflık mı olur? Madem satmayacaksın, niye vitrine koyuyorsun?”
Araya girmek istedim. Ama ihtiyar, eliyle “sus” işareti yaparak karışmamı istemedi.
Aile hesabı ödedi. Adam bağıra çağıra söylenerek arabalarına binip uzaklaştı. İhtiyar, ardından öfkeyle bakıp kendi kendine söylendi:
“İnsan dediğin peynir misali... Sabırla helva olur ama kimsede sabır kalmadı. Kusuru da hep başkasında arıyorlar.”
Kahvaltı için hazırlık yaparken sordum:
“Neden karışmamı istemedin?”
İçerlemişti belli ki.
“Parayla her iş olur sanıyorlar. Ama önce hak edeceksin. Sen bir gün bekledin. Ben köye gidip akşamüstü getirdim o peyniri. Sabah da vakuma verdim. Şimdi hazıra konmak istiyorlar. Ne dedim adama? ‘Biri ayırttı. Akşamüstü uğra, almazsa veririm,’ dedim.”
Sonra başını salladı.
“İnsanın mayası şişkin olmaya görsün. Eline yüzüne bulaşır, rezil eder kendini.”
Gülümsedim.
“Az önce ‘İnsan dediğin peynir misali’ dedin. Ne demek bu?”
Sıcak sütü bardağa doldurup tabağın yanına koydu. Masanın karşı ucuna oturdu.
Çocukluğundan beri ata mesleği mandıracılık yaptığını, tüm ömrünün bu dükkânda geçtiğini ve ne öğrendiyse baba yadigârı bu dükkân sayesinde öğrendiğini anlattı.
Parmağıyla masaya damlayan sütü alıp elini havaya kaldırdı:
“Rahmetli dedem, her insanın dünyaya çiğ bir süt damlası olarak geldiğini söylerdi.”
“Dedeme küçükken sormuştum; ‘Süt nasıl peynire dönüşür?’ diye. ‘İnsan gibi,’ demişti. İnsan da önce ailede pişer, sonra toplumun içine karışır, mayalanır, olgunlaşır. Yoğurt olur, peynir olur.”
“Peki, maya nerede çalınıyor?” dedim.
“Dedem okuma yazma bilmezdi ama çok şey bilirdi. İnsan, içine doğduğu toprakla, iklimle, çevresiyle mayalanır. Kimliğini, kişiliğini oradan alır. Sonra da büyük bir tenekenin içinde bir kırıntıya dönüşür.”
“Peki ya sonra?” dedim.
“Büyüyünce öğrenirsin,” dermiş dedesi. “Ben büyüdüm ama o rahmetli oldu. Cevabını hiç veremedi. Belki de vermedi.”
Bir an sustu. Sonra devam etti:
“Peynirse hayat bizi yavaş yavaş tüketiyor olmalı. Kimimiz gençken, kimimiz olgunlaşınca yeniriz. Kimimiz tenekede direniriz ama sonuç değişmez. Hepimizin sonu aynı.”
Bu sırada köyden yaşlıca bir adam dükkâna girdi. Çay söyledi, oturdu. İhtiyar, onunla köyden konuştu. Az önceki adamı unutmuş, öfkesi geçmişti.
“İnsanın peynirle benzeştiğini anlatıyordun,” dedim yeniden.
Bir süre sustu, sokağa baktı. Sonra başını çevirdi:
“İnsan dediğin peynir misali... Hepsinin bir karakteri var.”
“Beyaz peynir mesela, yanına başka peynir istemez. İçe dönük, vurdumduymaz insan gibidir. Kaşar ise korkaktır, bulunduğu yere uyum sağlar. Kendini kalabalıkta unutturur.”
“Kimi peynir yumuşaktır, hemen dağılır. Bazı insanlar gibi... Bulaşmaya gelmez. Kimi ise gravyer gibi dik durur, güven verir. Eğlenceli olanlar da vardır; yemeğe lezzet katarlar. Bazısı öyle siliktir ki yediğinin peynir olduğunu bile anlamazsın.”
“Şu senin peşine düştüğün tulum peyniri varya… Ege efesine benzer. Sözü dinlensin ister, başkaldırır. Peşinden koşturur. Ama o da aynı sütten gelir. Kimi kendini önemser, kimi heba eder.”
“İnsan değişir mi peki?” dedim.
“Elbette. Herkes yaş aldıkça değişir. Gençliğimdeki kavgacı halimi hatırladıkça utanırım. Orta yaşıma imrenirim.”
“Şimdi?” dedim.
“Şimdi, gereğinden fazla beklemiş, ekşimiş peynire benziyorum. Tadı hâlâ yerinde ama artık tüketilmeyi bekliyorum.”
Az sonra gelen müşterinin çay bardağını aldı. Adam cüzdanına yöneldi.
“Sonra verirsin,” dedi.
“Az önceki adama ‘mayası şişkin’ dedin. Ne demek o?” diye sordum.
“Bazı sütler güzel olur ama mayayı fazla kaçırırsan peynir erken kabarır. Dışı alımlı olur, içi berbattır. Olgunlaşmamıştır ama şişinmiştir. Şımarık, mızmız, içi çocuk kalmış yetişkinlere benzer.”
“Peki, hangi peynire dönüşeceğimize biz mi karar veriyoruz?”
“Yok… İçine doğduğun yer seni mayalar. Ama nasıl bir peynir olacağına olgunluk çaban karar verir. Neyse, çok konuştum. Hepsi hayat işte.”
Kahvaltımı bitirdiğimi görünce dolaptan vakumlanmış peynirleri çıkardı. Tarttı, kurşun kalemle fiyatları yazdı. Sonra torbaya yerleştirirken,
“Kahvaltı benden olsun,” dedi.
“Bu vakum işe yarıyor mu?” dedim.
“Eh, biraz. Ama ben vakumlanmış peyniri yaşlanmaya direnen insana benzetirim. Tenekeden çıkmışsın ama hâlâ hayattasın. Vazodaki çiçek gibisin.”
“Ne var bunda? Herkes uzun yaşamak ister.”
“İtirazım yok. Ama vakumun da bir şerefi var. Olgunlaşmadan vakuma girenlerin yaşlılığı çekilmez. Huysuz, mızmız ihtiyara dönerler.”
Sonra torbayı bir torbanın içine daha koyup elime tutuşturdu. Masayı topladı, lavaboya yöneldi.
İhtiyar peynirciyle vedalaştım. O ise yine kapının girişindeki beyaz sandalyeye oturmuştu. Uzaktan el salladım. Elini kaldırıp karşılık verdi.
Yola koyulduğumda güneş yükselmiş, İzmir yolu dolmuştu.
Yan koltukta duran peynir torbasına baktım. Dikiz aynasında kendime göz attım. İçimden “İyiki bana bir benzetmede bulunmadı,” diye geçirdim. Sonra gülümsedim: Kendime yakışan bir peynir bulmaya çalıştım.
Ama sonra ihtiyarın o sözü geldi aklıma: "Hepsi hayat işte."
Sonuç: Hayatın içinde yaşanmışlıklardan imbik imbik süzülerek gelen bu kadim bilgiler, bir anlamda geçmiş nesillerden bizlere kalan birer mirastır. Yeterki bu kadim bilgileri, içselleştirerek, yaşantımız içinde gelişen olaylarda kullanabilme yeteneğini kazanalım.