Olmadı işte! Güzelce dosyaya da hazırlanmıştı. Nereden hasta olmuştu? Gidip davayı kazanacaktı. Pencerenin önündeydi işte! Ne görecekti ki pencerenin önünden? Her zamanki gibi karşısındaki dört katlı bir apartman ve altında pek çok mahallede olduğu gibi bir alışveriş merkezi. Ne kadar çoktu bu alışveriş merkezleri. Sırf kendi mahallesinde beşten fazla alışveriş merkezi. Adım başı bu merkezlerden vardı. Karşısındaki alışveriş merkezine gözü ilişti çalışanlar bir o yana bir bu yana gidip geliyorlardı. Alışveriş merkezinin önünde birkaç araba sonra birkaç tane daha geldi. Merkezin kapısında uyuşuk bir köpek yatıyordu. Kendisinde de üzerinize afiyet, bir rahatsızlık var, koltuğa uzandıkça uzanıyor. Çıkıp dolaşacak ya bir yanda hafif bir soğuk algınlığı ve pencerelerden süzülen yağmur var. Sitenin kapı sesi duyuluyor, “tak-tuk” sesler geliyor, çocuk bağrışmaları. Otomobiller geçiyor yollardan. “Çıkayım” diyor ya gönlü ya hastalığı artarsa. Yağmur da var. Ahmak ıslatan cinsinden bir yağmur. Okulun bahçesinde çocuklar top oynuyor. Okulun banklarında genç kız ve genç erkekler var, yine okullu oldukları anlaşılan çocuklar yağmur altında bir o yana bir bu yana koşturuyorlar. Yağmur bu gençlere gelmiyor sanki. Oturduğu bankta “bir bana mı geliyor, bir ben mi böyle üşütüyorum, bir ben mi hastayım?” diye kendi kendisine sormaktan edemiyor. Cam buharlanıyor, cam yağmur damlaları altında. Yağmur yağıyor, bu arada eşi içeriye giriyor:
-Ateşin var mı?
-Yok, biraz iyiyim; üşüyorum.
Elini başında gezdirirken: “Ateşin yok, ateşin yok fakat üşütmüşsün. Dur sana bir ıhlamur kaynatayım” diyerek tekrar mutfağa giriyor.
Yağmur birazcık hızını arttırınca okulun bahçesinden çocuklar kaçışıyor, okulun duvarının saçakları altına saklanıyor. Gençler okuldaki bir ağacın altındalar şimdi. Pencerenin kenarından görüyor.
Eşi kocaman bir bardak ıhlamur kaynatarak odaya giriyor,
-Nasılsın.
-Biraz terledim.
Ihlamuru içmeye başlıyor. Oturma odasındalar. İki kanepe. Büyük bir televizyon, bir masa üzeri kitaplarla dolu, laptop, kolonya, tansiyon aleti, kâğıt.
Ihlamuru içiyor, sonra soğuk algınlığı hapı derken. Terlemeye başlıyor.
Yağmur duruyor. Araçlar geçiyor. Sevgilileri görüyor. Yağmurdan asfaltta yürümek de bir hüner. Sanki hiç yağmur yağmamış gibi yürüyor sevgililer. Gençler, çocuklar. Nereye gidiyorlar böyle.
Eşi, boş ıhlamur bardağını elinden alıyor.
-Biraz daha iyi misin?
-İyiyim, iyiyim. Pencereyi birazcık açar mısın?
-Terlisin.
-Çok az aç!
-Tamam, fakat birazcık.
Pencereyi birazcık açmasıyla tertemiz bir hava odaya doldu fakat kapatması da bir oldu. Kadıncağız: “Hastasın!” dedi.
-Yok, güzel oldu, sokağa çıkamasam da temiz havadan birazcık da olsa odamıza alabildik.
Eşi:
-Sen iyi ol da…
Avukat Necati:
-Bir pencere önünde hayat, bir pencere önünde hastalık ve sağlık, mutluluk ve üzüntü. Yüzlerce, binlerce, on binlerce ev ve pencere önlerimiz. Bugün güneş yok, yağmur vardı, şimşekler çakmıştı. Kaçışan çocuklar vardı. Düşünebiliyor musun? Biz penceremiz önünden okulu, marketi ve çocukları ve yağmuru görebiliyoruz ya başkaları, her bir pencere önünden bakan gözler ayrı bir dünya görürler, ayrı bir evren. Bizden önce bu evde kim yaşamış bizden sonra kim yaşayacak? Bizim penceremiz önü ile başka bir evin penceresinin bakış açısı farklı farklıdır. Dünyaya nasıl bir pencereden bakıp kısa ömründe insan gelip geçerse pencereler de öyledir.
Eşi:
-Senin bugün duruşman yok muydu hayatım? Dedi
Avukat Necati:
-Vardı, vardı ama benim yetkilendirdiğim stajyer bir avukat girecek, umarım davayı kazanır, dedi.
Eşi gülümseyerek:
-Umarım, dedi, umarım.