Akşehir’in tek faytoncusu, Akşehir’in tek posta arabacısıydı. Posta arabasına binerek Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısında çıkmaz sokaktan postane kapısının önüne gelmişti. Yeni koşulmuş iki atı ile gecenin ayazında postanenin önünde Akşehir Garı’na gidecek postaların yüklenmesini bekliyor, çizmelerine elindeki kırbacını arada bir vuruyor, havanın ayazında postanenin önünde bir o yana bir bu yana gidip geliyordu.
Gözlerinde uyku sersemliği okunan posta memuru postanenin tezgahının ardında elinde bir kalem postaya verilecek evrakları dolduruyordu.
Postanenin içinden memurun sesi yükseldi:
“Sabri Ağa! Sabri Ağa! Araba hazırlandı.”
Sabri:
“Tamam geliyorum” diyerek, postanenin arka kapısının önüne bıraktığı posta arabasına gitti.
Posta memuru:
“Sabri Ağa” dedi, “Yolun açık olsun! Yolda hırsıza, uğursuza, nursuza dikkat et!”
Dev gibi cüssesi, körüklü çizmeleri, elinde kırbacı, pos gür bıyıkları ile Sabri Ağa gülerek;
“Evelallah!” dedi, gür sesiyle. “Evelallah!”
Postacı Sabri postanenin içine girerek, postaneden teslim aldığı postalara dair evrakları imzalayarak dışarıya çıktı. Postanenin arkasında bir fayton iki at, faytonun içerisinde de gara gidecek posta çuvalları vardı. Atlar sessizce duruyordu. Araba karanlığın içinde simsiyah bir kaya parçası gibi duruyordu. Postacı Sabri faytonuna bindi, elinde dizginleri şöyle bir denkledi; atlara kamçıyı hafifçe vurarak, ardından “dehhh oğlummm!” sesi duyuldu.
Posta memuru tekrardan:
“Uğurlar olsun!” dedi.
Akşehir gecenin karanlığındaydı. Şehir uykudaydı, kör karanlık bir uykuydu bu. Şehrin geniş caddelerinden geçecek sonra gündüz bile -benim diyen- insanların geçmeye korkacağı o daracık istasyon yoluna girecekti. Geniş caddenin etrafında yine yıkıldım yıkılacağım, denen toprak damlı evlerin aralarından geçiyor, posta arabasının tıkırtıları şehri kaplıyordu.
Çöken gece karanlığında gecenin sessizliğini dinleyerek toprak yolda posta arabası tekerleri tıkırdayarak gidiyordu. Tren garı beş kilometre kadar uzaktaydı. Bir köpek sesine, yakınlarda bir yerden baykuş sesi cevap veriyordu. Sert esen rüzgâr neredeyse karanlığı yutacak gibi iç geçiriyordu. Akşehir Tren Garı’na giden upuzun yolun iki yanını çevreleyen yüksek ağaçlar, Ay’ı görünmez kılıyordu.
Mezarlığın yola yakın kısmı yarı yıkılmış taş duvarlarla uzanıyordu. Kilometrelerce öteden şehrin ışıkları görünüyordu. Mezarlığın kenarından bir çay akıyor, çayın sesine kurbağa sesleri karışıyor, gecenin sessizliğini ötelerden gelen köpek ulumaları, bir baykuş sesi ve ağaçların hışırdayan sesleri kaplıyordu.
Posta arabası Akşehir’den çıktı. Hava öylesine karardı öylesine bir karardı ki artık gökyüzündeki yıldızlar da köpek ulumaları ve baykuş sesleri de duyulmaz oldu. Kimsenin gece vakti yatağından kalkmadığı, uyku sersemliğinde yatağından sağından soluna bile dönmediği anlarda, Gar yoluna düşmüş, ayazda soğukta postaya gidiyordu. Artık ormanın içine girmişti. Ya bir haydut ya bir harami önünü kesse, hali ne olurdu? Akşehir’in postası ona emanetti. Akşehir’den kimlere mektup götürecek, kimlerden mektup getirecekti. Sadece mektup mu? Gelen çuvallar dolusu kıymetli evraka ne demeli? Akşehir’e ve Akşehirliye hizmet ediyordu. O götürüp getirdiği her mektupta umut olarak, sevda olarak hizmet ediyordu. Gecenin ikisiymiş, üçüymüş ne fark ederdi.
İki yanı ağaçlarla kaplı tren yoluna giderken ağaçların yaprakları paltosuna, yüzüne gözüne geliyordu ki tam da bu anda araba iki yana sallandı, havaya hopladı, tekerlekler gece karanlığında bir taşa takılmış araba sarsılmıştı. Sarsıntının etkisiyle irkilen atlar daha bir hızla koşmaya başladılar, faytoncu dizginleri çekerek atlara “Hooppp! Hooppp! Yavaşşşş!” diye bağırıyor bir yandan da olanca gücü ile dizginleri çekiyordu. Neden sonra atlar durabilmişti.
Böyle bir durumda insanın posta arabasından düşmesi, elini, ayağını kırması, Allah korusun ölmesi işten bile değildi. Az kalsın Postacı Sabri de ölebilirdi; fakat o yıllarca kullandığı faytonu ile atları ile bir olmuştu. Öyle kolay değildi bu meslek! Başka birisi olsa gecenin bir vakti kalksın postaya gitsin, gecenin kör karanlığında iki yanı ağaçlı, beş kilometrelik yolda fayton koştursun kolay mı? Yürek ister!
Dışarıdan kolay. Yıllarca Akşehir‘in posta arabasını sür. Haydi yazın hava sıcak, ya kışın? Kar fırtınasında, yağan yağmurda, arabanın çevresinde köpekler döndüğünde. Bazen de atlar ürker korku ile kaçar. Posta arabası çamura saplanır. Tren rötar yapar. Bekle Allah bekle gelmez. Gelir posta treni postalar atılır gider. Artık postaları tek tek posta arabasına yüklersin.
Her gün posta yolu gidersin, durmadan, böyle gecenin kör karanlığında yolculuk korkunçtur.
Neden sonra Akşehir Tren Garı’nın önünde durdu. Posta treni henüz gelmemişti. Allah bilir ya treni ne kadar daha bekleyeceğim derken trenin düdüğü duyuldu. Tren yavaş yavaş gelmeye başladı. Makinist ile yardımcısı göründü. Hava soğuk olduğu için Postacı Sabri biletçinin yanında çay içmişti. Hemen postanın ineceği vagona doğru koştu, bu arada Akşehir’e inecek postalar trenden atılmıştı.
Postacı elleri cebinden çıkartarak teker teker aldığı posta torbalarını biraz önce istasyonda ağacın altına koyduğu posta arabasına götürüyordu. Hava oldukça soğuktu.
O ise kızgın ve öfkeliydi. Kimeydi öfkesi? Havanın soğukluğuna mı, fakirliğine mi, yoksa saat üç olmuş gece yarısı posta ile şehre döneceğine mi?