Bu soru, düşünce tarihinin en eski tartışmalarından biri. Ve aslında sorunun kendisi kadar, cevabın nasıl verildiği de önemli. Çünkü bazen soruya verilen cevap, sorunun kendisinden bile daha öğretici olur.

Önce en net yerden başlayalım:

Bilim, yöntem gereği ahiret konusunda “evet” ya da “hayır” diyemez.

Bilim gözlemlenebilir, ölçülebilir ve test edilebilir olgularla ilgilenir. Ahiret ise tanımı gereği fiziksel dünyanın ötesinde bir alanı ifade eder. Dolayısıyla bilimsel yöntem, bu konuda sessiz kalmak zorundadır.

Bu, bilimin ahireti reddettiği anlamına da gelmez. Sadece kapsamının dışında kalan bir alanda hüküm vermez.

Peki bilim konuşmuyorsa, akıl bu konuda ne söyler?

Tam burada felsefe devreye giriyor.

Dünyadaki eksik adalet

İnsanlık tarihinin her döneminde büyük kötülükler yapanların cezasız kaldığını, iyilik edenlerin ise karşılıksız gittiğini görüyoruz.

Evrenin genelinde işleyen bir düzen var; fizik yasaları şaşmaz biçimde çalışıyor.

Eğer bir düzen varsa, şu soru kaçınılmaz olur:

Mükemmel adalet neden bu dünyada tamamlanamıyor?

Felsefede güçlü bir argüman şudur:

Bu eksik adalet, bir “tamamlama alanının” mümkün ve makul olduğu fikrini doğurur.

Bu alanın adı, inançların dilinde ahirettir; felsefenin dilinde ise adaletin tamamlandığı bir ontolojik düzen.

Bu bir kanıt değildir; fakat güçlü bir mantıksal temellendirmedir.

Dünya bir sanat eseri gibi

Bir başka dikkat çekici nokta ise yaşadığımız dünyanın kendisidir.

Dünya, hayatın sürmesi için gereken koşulları neredeyse “ince ayarla” barındırır.

Su döngüsünden mevsimlerin düzenine, canlı çeşitliliğinden tabiattaki dengeye kadar her şey olağanüstü bir uyum içindedir.

Gündelik telaşta fark etmiyoruz ama aslında dünyanın her köşesinde büyüleyici bir güzellik, ritim ve estetik var.

Sanki görünmez bir sanatçının fırçasından çıkmış büyük bir tablo gibi…

Böylesi bir güzellik karşısında akıl şu soruyu sorar:

“Bu kadar düzenli, uyumlu ve estetik bir dünya, tamamen rastlantısal olabilir mi?”

Bu düşünce ahireti ispatlamaz; fakat şunu akla yakın kılar:

Eğer bu dünyada böylesine özenli bir düzen varsa, bu düzenin bir amacı ve devam eden bir boyutu da olabilir.

Bu da ölüm sonrası hayat fikrini mantık açısından daha makul hâle getirir.

Bilinç meselesi

Bilimin çözmekte en çok zorlandığı şey, maddenin nasıl bilinç ürettiğidir.

Düşünmek, hayal etmek, umut etmek, anlam aramak…

Bilinç, fiziksel bedenden bağımsızmış gibi davranan bir yapıya sahip.

Bu nedenle:

Bilincin ölümle tamamen yok olması gerektiğini söylemek, çözülmemiş bir soruya kesin hüküm vermek olur.

Bu da ahiretin makul bir ihtimal olarak durmasını sağlar.

Dönüşüm ilkesi

Doğada hiçbir şey yok olmaz; sürekli form değiştirir.

Enerji dönüşür, madde dönüşür, hayat döngüsü değişir.

Bazı filozoflar buradan hareketle şunu söyler:

Eğer evrenin temel yasası dönüşümse, bilincin tamamen yok oluşu bu yasayla çelişiyor olabilir.

Bu, ahiret fikrini akıl açısından daha mümkün kılar.

İnsanlığın ortak sezgisi

Dünyanın her kültüründe, her çağında ölüm sonrası hayat fikri bir şekilde var olmuştur.

Bu durum, ahiretin insan zihninin ortak bir sezgisinden doğduğunu düşündürür.

Felsefede bu, “evrensel sezgi argümanı” olarak bilinir.

Bu sezgi, insanın kendini avuttuğu bir yanılsama da olabilir; ama aynı zamanda insan doğasına kazınmış bir gerçekliği de işaret ediyor olabilir.

Son söz

Tüm bu akıl yürütmeler bize şunu söyler:

Ahiret bilimle kanıtlanamaz; bilim bu konuda sessizdir.

Fakat akıl, mantık ve felsefe, ahiretin mümkün ve makul bir gerçeklik olabileceğini gösterir.

Belki de asıl mesele “kesin delil” aramak değildir.

Belki de mesele, insanın kendi varlığını, iyiliği ve adaleti nasıl anlamlandırdığıdır.

Mesela ben Çinceyi anlamıyorum ama ona ‘anlamsız’ da demiyorum. Çünkü bir şeyi anlamıyor olmamız, onun anlamsız olduğu anlamına gelmez. Tıpkı kainatın ve hayatın derin sırları gibi. Bazen kavrayamadığımız şeyler, aslında en büyük anlamları taşır.

Görüş ve eleştirileriniz benim için önemli: [email protected]