Canımız oldukça sıkılmıştı. Bir çeyrek saat önce bahçede armut ağacından armutları koparmış, ilerdeki dut ağacından dutları silkelemiş, erik ağacından erik yemiş, şimdi de miskin miskin erik ağacının altında iki sandalye atmış oturuyorduk. Artık evde yapılacak bir şey kalmamış, Nuri ile en yakın kahveye gidip altmış altı oynamayı düşünüyorduk. Nuri olmasa yatıp uyuyacağım, öyle bir güzel hava var ki. Tam uyku havası. Nuri de kalkmış gelmiş, “git” denmez, can sıkıntısını ne giderecekti ki? Öyle üzerimizde bir sıkıntı var ki! Altmış altı oynasak, ya da elli iki, kahveye gitsek iki kişi daha bulsak bir okey atsak.
Nuri esneyerek:
“Fayton sesi geliyor…” dedi, “Faytonla gelen kim ki?”
Sevinçle:
“Umarım bize gelir, bir misafirdir, can sıkıntımızdan kurtulur, hoş muhabbet biri ise muhabbet ederiz.” Dedim.
Fayton sesi kesildi. Faytoncu göründü, sonra hanayın kapısı iki yana gıcırdayarak açıldı. Miskin köpek kapının önünden ahıra doğru ölgün adımlarla adımladı. Fayton avluya kadar girdi. Atlar borusu bir yana eğik çeşmeye doğru yürüdüler, faytoncu “Çüşşşş! Çüşşş” diyerek atların her ikisini de durdurdu.
“Selamün aleykümmm!” dedi.
Nuri ile bir ağız:
“Aleykümmm selammm!” dedik.
Faytonda oldukça şişman bir kadın ve yanında da neredeyse eşine zıt zayıf mı zayıf çelimsiz bir kişi oturuyordu. 0turduğumuz bahçede sandalyelerden Nuri ile birlikte kalkarak gelenlerin yanına gittik.
Gelenleri görünce şaşırmadım. Bunlar bizim uzaktan akrabamız olan Müzeyyen ve eşi Mahmut Abiydi.
Nuri:
“Kim bunlar?” dedi.
“Hiç sorma,” dedim, Demesine ya kalbim de bir sıkıntı peyda oldu. Nasıl sıkılmayayım ki bunlar her bize gelişlerinde mutlaka aralarında bir kavga, bir niza olmadan gelmezlerdi. Görmek isteyeceğim son kişilerdi bunlar. Fakat kurtuluş yok, çaresiz.
Müzeyyeni size nasıl anlatayım, nasıl tarif edeyim, görünüşte yüz yirmi kilo kadar, Mahmut altmış ya var ya yok. Kadın faytondan inerken:
“Mahmutttt! Dedi, ardından bir Mahmutttt!” daha, ilerideki erik ağacından serçeler, çatılardan güvercinler uçuştular. Kadının yüzünde öyle bir korkunç hal vardı ki korku filmlerindeki karakterler gibi korkunç ve azametli bir yüz. Kızınca daha da sertleşen bir surat. Mahmut’un bu kadından korkmaması içten bile değil. Düşman başına derler ya öyle bir şey. Biz Nuri ile olduğumuz yerde dona kaldık. Mahmut’u da tanırız. Zayıf, halim, selim ağırbaşlı elli yaşlarında fakat başında saç ağzında diş kalmamış adamcağızın. Mahmut abi semerci. Omuzları dar ve çökük. Yüzü birkaç gündür tıraş olmamış, hafif kirli sakallı. Bir de yeleği var, cepkenli ve yeleğinde sallanan köstekli saati. Köstekli saatinin kapağında tren yolu şekli var. Kahvede eşe dosta gösterir saatini. Hatta saatçiler bu saatini yüksek fiyatla satmasını söylemişler de satmamış, kahvede sürekli anlatır ki bu saatin güzelliği ve ederi dilden dile dolaşır. Ne diyordum? Müzeyyen’den bahsediyordum. Mahmut nidalarından sonra Mahmut koşarak öyle bir Müzeyyen’in bulunduğu kapıya koştu ki;
“Buyur hayatım! Söyle canım!”
Kadın elini uzatarak:
“Elimden tut, elimden ben nasıl ineceğim? Sen hiç mi düşünmezsin, Müzeyyen nasıl inecek?” diye,” Düşüncesiz seni!”
Mahmut:
“Ver elini hayatım, ver. Ben de senin elini tutmaya geliyordum,”
Müzeyyen yavaş yavaş faytondan indi, birazdan fayton da evin avlusundan çıktı.
Avludaki gürültüye seksen yaşlarındaki babaannem Habibe çıktı ki kasabanın sevilen kişiliklerinden, her hafta bu uzaktan akraba Müzeyyen ile Mahmut’un tartışmalarına tanık olup onları barıştıran babaannem, güzel insan.
“Delinin Müzeyyen’i, kör olmayasıya gene noldu?”
Müzeyyen:
“Bıktım sizin deli Mahmut’unuzdan, bıktım usandım, canımdan bezdim”
Habibe:
“Sen sanki az mısın?” dedi.
Müzeyyen:
“Faytondan ineceğim elimden tutmaz, bineceğim öyle, evde bir işin ucundan tutmaz. Varsa yoksa semerleri.”
Müzeyyen’i her hafta gelip Mahmut’u şikayetlerinden tanıyan Habibe:” Haydi haydi” dedi “Gir içeriye bakim…”
Müzeyyen isteksizce eve girecekti, ya Mahmut benimle Nuri’nin arasına girerek korkak bakışlarla bir karısına bir Habibe’ye bakıyor, korkudan bizim aramıza sığındıkça sığınıyordu. Süt dökmüş kedi olur ya da suç işleyen küçük çocuk olur ya öyle bir şeydi ondaki korku.
Müzeyyen ve Habibe içeriye yavaş adımlarla yürüyorlar, Mahmut bizim aramızda onların içeriye girişini seyrediyordu ki:
Müzeyyen:
“Seyret sen öyle seyret!” dedi, “İnsan bir elimden tutar. Nasıl adamsın sen! Seksen yaşındaki kadın benim elimden tutuyor da sen seyrediyorsun…”
Mahmut bizim aramızda olmasından da cesaret alarak:
“La havle vela kuvvet.” dedi.
Kapının önündeki köpek kadının yüksek sesinden etkilenmiş olacak ki deminden bu yana sessizce ahır kapısında pinekleyen köpek de yüksek sesle önce hırlamaya sonra havlamaya başladı ki köpeği “hoştlarla, kıştlarla” durdurabildik. Az kalsın ağzına ne geldiyse eşine karşı bağırıp çağıran Müzeyyen’i ısıracaktı, sonunda Müzeyyen’i köpekten, köpeği de Müzeyyen’den kurtardık. Kadın öyle iri yarı ki ne köpekten korktuğu var ne eşinden korktuğu, öyle insan azmanı bir kadın.
Habibe:
“Gel kızım gel sen!” dedi.
Mahmut aramızda bize:
“Ben bu evde kalamam. Kahveye mi gideceğiz, yoksa başka bir yere mi Allah aşkına alın beni buradan götürün!” dedi.
Nuri ve ikimiz aramızda Mahmut ile yavaş yavaş evin avlusundan çıkıyorduk ki Müzeyyen’in sesi gene duyuldu:
“Mahmutttt!”
Mahmut ve biz duymazlıktan geldik.
Mahmut biraz uzaklaşmanın da verdiği rahatlıkla:
“Abi, gördünüz işte bayan! Beni bilirsiniz sinirliyim, elim de ağır…”
Nuri hâlâ ortamızda tedirgin yürüyen Mahmut”a:
“Tabi abi” dedi, “Biz seni bilmez miyiz? Senin suyun serttir.”
Ben de:
“Tabi abi tabi” dedim.
Yavaş yavaş kahvenin yolunu tuttuk. Yalnız hâlâ Mahmut’ta bir tedirginlik bir korku vardı. (Akşehir-2025)