Namaz bittiğinde en arkadan çıkmak için bekledi. Ne diyeceğini, nasıl soracağını içinden birkaç defa prova etti. İsmail Hocayı soracak, kimsin diye sorarsa talebesiyim diyecekti. Aysel daha önce Araplar sokağında bir yerde ders verdiğinden bahsetmişti. Biraz sonra herkesin çıktığından emin olunca iki elini yüzüne sürüp âmin dedi. Yavaş yavaş ayaklandı. Arkasını dönüp bir kendisi bir de Müezzinin kaldığını görünce içini bir heyecan sardı. Ayakkabılarını giymek için çıktı, Müezzin tam arkasındaydı. Doğrulduğunda;

“Selamün aleyküm Hocam. Ben bir şey soracaktım?” dedi.

“Aleyküm selam. Buyur din kardeşim?”

Derin bir nefes alıp devam etti.

“Hocam ben aslında İsmail Hocayı görmeye gelmiştim. Nerede acaba kendisi?”

“Sen kimsin? Nereden tanıyorsun İsmail Hocayı?”

“Şey ben, onun talebesiydim. Araplar sokağında. Burada imamlık yaptığını öğrenince onu görüp elini öpmek istedim.”

“Demek Araplar Sokağı?”

Adamın ona şüpheyle yaklaşmasını beklememişti. Sebebini anlamasa da içini bir korku sardı. Acaba bir dergâh mıydı? Sıbyan mektebimiydi? Yoksa camide verilen şu üç aylık kurslardan mıydı? Aysel’e sormamıştı. Şimdi bir hata yapmaktan korktu. Adamın bu kadar tedirgin olmasını beklememişti.

“Ne zamandır görmüyorsun ki sen İsmail Hocayı?”

“Epey oldu. Erken bıraktım ben. Köyüme gittim.  Konya da işim olunca görmek hayır duasını almak istedim.”

“ Adın ne senin?”

“Mehmet…”

“Demek Mehmet?” baştan ayağa Mehmet’i süzdü. “Demek bizdensin?” dedi.

Bizdensin demekle ne kastetmişti anlamamıştı ama ufacık bir bilgi için onlar kimse Mehmet’te onlardandı.

“Evet.”

“İsmail Hoca bir süre olmayacak ama bu çok uzun sürmez.”

“Nasıl yani? Bir yere falan mı gitti.”

Adamanın halinden Mehmet’te pek güvenmediği belli oluyordu. Biraz duraksadıktan sonra;

“Hocanın bir üvey kızı vardı biliyorsun?”

Mehmet’i sınadığı her halinden belliydi. Dikkatli olmazsa sorun çıkaracak bir hali vardı. Öğrenmek istediği bilgiyi alması için kelimeleri tartarak söyledi.

“Evet biliyorum. Neydi adı? “

“Aysel?”

“ Evet Aysel… Ne olmuş ona?”

“Evlilik dışı çocuk peydahlamış. Hocada namusunu temizledi.”

 Duyduklarından emin olmak için adamın yüzüne bakakaldı Mehmet. Kulakları uğuldamaya başladı. Bir şeyler söylemek istediyse de dili dönmedi. Öylece kaldı. Namusunu temizlemek ne demekti? Ne oldu Aysel’e?

“Şimdi hapishanede ama çok yakında çıkar. Af çıkacak biliyorsun. Hem af çıkmasa da bizimkiler onu orada bırakmaz.”

“Hapishane mi? Nasıl yani, ne yaptı ki kıza? Öldü mü yoksa”

“Evet. Karnındaki piçiyle öldü. Şeriat gereği ölmesi gerekirdi zaten. Hak etti ölümü. Gel de bunu hâkime anlat!”

Sözcükleri tek tek tekrarladı. “ Karnında piçiyle öldü, şeriat gereği ölmesi gerekirdi. “  ayaklarından can çekilmiş külçe gibi olduğu yere yığılıp kaldı. Aysel ölmüş müydü? Yoktu şimdi? Bebeği karnında o da ölmüştü. Ah bir dinleseydi Mehmet’i. Ya da Mehmet onu dinleseydi. Ne yapmıştı böyle? Gözlerinden yaşlar boşalınca kafasını çevirdi. Ama olan olmuş adam görmüştü.

“Üzülme evlat, İsmail Hocayı belliki çok seversin. Ah bilseydim alıştıra alıştıra söylerdim.”

Biraz önce kendisiyle şüpheyle yaklaşan, şimdi ise sırtını sıvazlayıp teselli veren bu adamı öldürmek geçti içinden. Şeriat ha! Hangi şeriat karnında bebesiyle masum bir cana kıyardı. Tabi ya Aysel masum değildi. Günahkârdı. Mehmet’in yüzündendi. Bir değil iki can almışlardı ama namusları temizlenmişti. Kimdi bunlar? Bizimkiler dediği topluluk?  Örgüt müydü? Şeriat dedikleri şey İran da Irak da Dinimizin adı kullanılıp yapılan katliamlar değil miydi? Bunlar onlardan mıydı?

Kafası karışık, içi paramparça oldu. Bu adamdan bir an önce uzaklaşıp acısını yaşamalı sonra bunlar kimse onları bulmalıydı.  Kendini toparlayıp bir adım attı, etraf bembeyaz oldu. Yer ayağının altından kaydı. Sonrası yoktu…

Kendine geldiğinde şadırvana taşınmış, yüzüne su serpilmişti. Başında birkaç kişi vardı. Bir an nerede olduğu düşündü. Müezzini görüce hatırlayıp bir an önce kaçmak istedi. Müezzin uyandığını görünce diğerlerini gönderdi. Doğrulmaya çalıştığında ayaklarının hareketsiz olduğunu fark etti. Müezzin;

“Dur biraz, bekle kendine iyice gel.”dedi. Adamın sesinden, nefesinden, duruşundan tiksiniyordu. O ise hala Mehmet’e teselli verme derdindeydi.

“Bu kadar çok sevdiği bilsem söylemezdim. Ah İsmail Hoca ne Mücahitler yetiştirmiş. Davamıza, bize  bağlı, senden de hiç bahsetmemişti. Yoksa hatırlardım. Daha öncede hiç görmedim. Yoksa mutlaka tanırdım seni. Neyse bundan sonra İsmail Hoca yoksa bile Abdül Baki Hocan var. Senin gibi mücahitlere her daim ihtiyacımız olacak.  Eğer istersen haftaya açık görüş var birlikte gideriz. “

Mehmet adamın söylediklerini dinlediyse de anlamadı. Onun aklında Aysel’in ölümü vardı. Hala inanamıyordu, sanki birazdan evinin önünden geçerken Aysel pencerede olacaktı.

 Adamın sözünün bittiğini anlayınca geçiştirmek için;

“İnşallah hocam. Sağ olun ben gideyim artık otobüsü kaçırmayayım” deyip ayaklandı. Yavaş yavaş camiden çıkarken arkasından hala bir şeyler söylediğini duydu.

Kapu camisinden çıktıktan sonra adımlarını olabildiğince hızlandırdı.  Valiliğin oralarda dolaştı. Kayalı parkta iki tur atıp yönünü Mevlana Türbesine çevirdi. Türbeye vardığında içeriye giremedi. Ellerini yumruk yapıp sıktı. Başını kaldırıp gözlerini yeşil kubbeye dikti. Yere diz çöküp sarsıla sarsıla ağladı. Gözyaşları yanaklarını yıkarken, kelimeleri içindeki zehri atmak için var gücüyle çıkmaya çalıştı.

“Ey Allahın evliyası, ey sevdiği kulu! Yanına gelmeye dua etmeye derman dilenmeye yüzüm yok. Günahların en büyüğünü işledim. Bir yol göster. Bu günahın tövbesi nasıl olur.”

Ayağa kalkıp Ön bahçenin güney-batı köşesinde, Matbah-ı Şerif ile, derviş hücrelerinin kesiştiği köşenin hemen önünde yer alan Şeb-i Urs Havuzuna gitti. Kenarına oturup sudaki aksine baktı. Ağladıkça ağladı. Mevlana’nın vefat yıl dönümlerinde, bu havuzun yanına Mevleviler toplanır, sergiler, hasırlar serilir, minderler, yastıklar getirilir, yenilir, içilir eğlenilir, ayinler okunur ve sema gösterisi yapılırmış. Mevlana ölüm gününü düğün günü ilan etmişti. Şimdi aynı coşku Mehmet’in yüreğinde yerleşti. Onun içinde ölüm düğün demekti.

Akşamın alacası çökerken içindeki karanlık ile düştü yola. Tamamen uyuşmuştu. Hiçbir şey hissetmiyor, beyni etrafındaki sesleri uğultu olarak algılıyordu.  Okulun oraya ne zaman vardığını bilmeden merdivenden çıktı. Bir karaltının ona seslendiğini duydu fakat yine aynı uğultu anlamasına izin vermedi. Yatakhaneye çıkıp kendini yatağına bıraktı. Gözlerini tavana dikti. Biraz sonra içi geçti. Gözlerini açtığında Akif yanında oturuyordu. Yatağında doğruldu, yanan gözlerini ovuşturdu. Akif’in yüzüne bakıp;

“Aysel” diyebildi. Gerisi boğazından çıkan hıçkırıklardı.

“Biliyorum “dedi Akif; “haberim var”

“Nasıl? Neyden haberin var?”

Akif ayağa kalkıp kitabının arasından bir şey çıkardı. Mehmet mektup mu diye düşündü. Akif elindeki gazete kâğıdını Mehmet uzatıp;

“Akşehir de duydum. Pervasız gazetesi yazmış. Sana söyleyemedim dilim varmadı.”

Mehmet Akif’in uzattığı gazete kâğıdını aldı.  İlk sayfada İsmail Hocanın ellerinde kelepçelerle çekilmiş fotoğrafı vardı. Yüzünü tiksintiyle buruşturup altında yazan habere baktı.

Başlıkta;

“Katil Üvey Baba tutuklandı” yazıyordu. Haberin ayrıntısını okurken sıkışan yüreğine meydan okumak zorunda kaldı. Zira daha fazlasını kaldıramayacaktı.

“Evlilik dışı hamile kaldığı için Üvey Babası tarafından sokak ortasında dövülerek öldürülen Aysel A. Birkaç kişinin katıldığı cenaze namazının ardından Üçler mezarlığına defnedildi. Aysel A.’ nın annesi “Benim onun gibi bir kızım yok” derken kocasının yanında yer aldı. Kalabalık halk Üvey babaya müdahale etmek yerine babayı mağdur sıfatıyla savundu. Üvey baba; “namusumu temizlemem için ölmesi gerekiyordu” diye ifade verdi.”

Gazeteyi buruşturup öylece kaldı.  Dövülerek öldürülmüştü. Kimse dur dememiş bir de adama mağdur gözüyle bakıyordu. Ya Aysel? Ya karnındaki savunmasız bebeği? Onlar günahkâr mıydı?  Bu nasıl bir cinayetti? Aysel’in kanı herkesin elindeydi. Bütün o susanların, yargılayanların, dövenlerin, sövenlerin, kalbi kirli olanların ama en çokta kendisinin… Eğer intikam alacaksa listenin an başında kendi olmalıydı. Ve o adam… Ne pahasına olursa olsun hak ettiğini bulacaktı…

Sabah kalkıp merdivenlerin başında bekledi. Babasını görür görmez uyuşan ayaklarına can geldi. Koşup sarıldı. Babasının bir şey söylemesine fırsat vermeden;

“Baba” dedi. İki gündür ağzından çıkan her söz içini yakarak, boğazına takılarak nefes almasını zorlaştırarak çıkıyordu.  “Babam beni anneme götür. Köyüme kardeşlerime götür. Mezarlarına yüz süreyim. Başta anamdan af dileyeyim.”

Hüseyin oğlunu bu halde görmeyi beklemiyordu. İçten içe üzüldüyse de pek belli etmedi. Biliyordu oğlunun bir gün ona sığınacağını. Nereden geldiğini unutmayacağını ama ne yaptıysa kendi canını çok yakmış bedeli ağırdı olmuştu. Şimdi oğluna sarılacaktı. Yaralarını ancak şefkatiyle sarabilirdi.  Peki ya sonra?  Kollarını çözerken;

“iki saate köy otobüsü kalkar” dedi.

Otobüs Karatay garajından çıkarken Dığrak’tan ilk çıktıkları gün geldi aklına. O zaman da kaybetmişti. O zaman yaşı küçüktü. Meğer yaşananlar, büyüklüğe küçüklüğe bakmadan acıtabiliyormuş. Nasıl bir vefasızlıktı yaptığı, koca bir ömrü bir elveda ya sığdırmıştı. Aysel’i ölümün eşiğine getirmiş kendi Antalya da gününü gün etmişti. O sokak ortasında katledilirken kendisi partilerde sarhoş olmanın peşindeydi. Nasıl bir vicdanı vardı. Susmuştu o zaman. Beklide Mehmet’e kendini duyuramamıştı. Şimdi anasına gidiyordu. Bunu anlatmanın yolu var mıydı? Ne anasına ne babasına nasıl diyebilirdi?

“Ben bir kızın kanına girdim. Karnında bebesiyle ölüme bıraktım” yok diyemezdi. Daha kendine bunu yüksek sesle bile söyleyememişken onlara söyleyemezdi.

Köyünün yoz topraklarından geçtiler. Hala kurak çatlamış topraklar sanki Mehmet’e gülümsüyordu. Beni doyuramayacaksın diyordu. Otobüs köy meydanında durdu. Babasıyla birlikte inip bomboş sokaklarda ilerlediler. Hemen meydanda bululan ıssız mezarlığa girdiler. Mehmet çocukken mezarlıktan çok korkardı. Eve giden kestirme yolun üzerindeydi. O korkundan uzun yolu tercih ederdi. Şimdi ise mezarlarda sevdikleri vardı. O mezarın başında dikilirken babası duasını okuyup anasının ve kardeşlerinin mezarlarına su döktü.  Mehmet’in yanına varıp elini omzuna koydu.  Babasının gözlerinde ki acı Mehmet’inkinden büyüktü. Şimdi daha iyi anlıyordu babasını ve şimdi daha çok kızıyordu babasına. Nasıl evlenebilmişti? Babası yanından sessizce giderken o anasının mezarının başına oturdu. Ağlamak için zorladı kendini ama ağlayamadı.

 

“Anam… Sana layık bir evlat değil, iki masumun canına kıymış bir günahkâr olarak geldim. Çoban Mehmet hayallerinin sonuna geldi. Güzeli, iyiyi içimden kazıya kazıya çıkarmışım meğer. Ben günahı yaşamak saymışım. Geleceğime koşarken gelecekler söndürdüm. Şeriat diye bir canavar varmış, benim gibilerin sırtından beslenirmiş. Ben şeriat denen canavara iki kurban vermişim. Onlar ellerini kanla yıkayıp, alınlarını açmışlar namus deyip namussuzları temizlemişler. Vicdan denen şey vardıysa da yüreklerinde, onu da böyle susturmuşlar.

Ah be anam! Onlar namus deyip susturmuşlar da… Ya ben? Ben nasıl gözlerimi kapamışım namussuzluğuma. Taşlara vursam şu başımı dile gelip hakkın yok demez mi?  Hangi toprak kabullenir ki artık beni? Senin  Oğlun büyüdükçe küçülmüş ana.

En büyük intikamı kendimden almak nasipmiş. Onlar öyle ya da böyle ettiğini elbet bulacaklar. Kimin eli bu kana değdiyse hepsi cezasını çekecek. İlk kan benim elimde. Ben kendimi bir ömür bu yasın içinde boğulmaya mahkûm ettim. Bir daha mezarına gelebilir miyim bilemem. Hakkını da sütünü de helal etme be ana. Ben senin ak sütünün karşılığı veremedim. Helallik benim neyime, hak edemedim…”